Türkiye’de koku denilince akla gelen ilk isim üstad Vedat Ozan, kokuların kitabını yazan bu İstanbul beyefendisine “unutamadığı kokuyu” sorduk. O da bizim için yazdı. Sözün özü şudur ki Vedat Bey’in yanına sakın ama sakın ılık sütle gitmeyin ki sizden buz gibi soğumasın.
Unutamadığım çok sayıda koku var, bunların bir kısmı tabii ki parfümler. Mesela daha ilkokula bile gitmezken dayımları ziyarete gittiğimizde onların banyosundaki Old Spice şişesini ve o karakteristik kokusunu hiç unutamıyorum. O yıllarda, yani muhtemelen 1965-66 falan olmalı, erkeklerin parfüm kullanması çok nadir bir şeydi, dolayısıyla hem hayret hem de beğeni ifade eden bir anıdır bu. Keza yaşım ilerlediğinde İstiklal Caddesine girişte soldaki ilk sokataki parfümeriden alarak kullandığım, ilk yabancı parfüm deneyimim olan Antaeus’u da (Chanel) unutamam, zira o zamanlar isimlendiremediğim ve çevremde tekil olarak rastlayamadığım soyut notalar içeriyordu. O zaman nota nedir, molekül nedir, methyl cedryl ketone nedir, iso e super nedir falan haberim yok tabii, ama merak işte, tek başına çok anlamlı olmayan bu moleküllerin deri ve hayvan notalarının arkasına gizlenerek, bir nevi tevâzu içinde parfümün toplamına yaptıkları katkıyı adını koyamadan hissetmişim, belleğe kazımışım demek ki. Yıllar sonra profesyonelleşirken, hatta ileri amatör diyebileceğim bir evredeyken iso e super’i, mck’yı falan tek olarak kokladığımda aniden sanki küçülüp Antaeus şişesinin içine yolculuk yapmış, tokat yemiş gibi olmuştum bu yüzden.
Fakat bütün bunlar bir yana, “unutulmaz koku” denildiğinde aklıma ilk parfüm gelmiyor benim, hatta “hoş” tabir edilen kokular da gelmiyor. İki örnek var böyle belleğime kazınmış, ikisi de “nefret” diyebileceğim kokulardan. Birincisi ılık süt kokusu. Neden derseniz, anlatayım.
Çok çok küçüktüm, ilkokul yaşının bile altındaydım, sağlıklı besleneyim diye evde süt içirmeye çalışırlardı. Tombalak bir çocuğum, ihtiyacım da yok aslında ama, ana yüreği işte. O yıllarda henüz damak zevkimiz Amerikanize olmamış tabii, kutuda süt veya soğuk içilen süt nedir bilmiyoruz; sokak sütçüsünden alınan sütler de kaynatılarak içiliyor. Taze alınmış süt henüz kaynadığında kaymağı kenara alınıyor ve bir küçük bardağa konularak peşime düşülüyor. “Yahu içmek istemiyorum” falan desem de el kadar çocuğu kimse takmıyor tabii. Ben de direnemediğim yerde kaçayım bari diye koşmaya başlıyor, peşimde de elinde sıcak sütle insanlar, evin içinde fır dönüyorum. Sonunda kaçışı yok, dört duvar ev yani, yakalanıyorum tabii. Genelde ya bir salaklık yapıp tek kapılı odaya giriyorum ya da devekuşu misali masanın altına saklanıyorum. Neyse, uzatmayayım, yakalandığımda o bardaktaki süt de ılınmış oluyor. İşte o ılık süt kokusunu hayatta unutamam. Hatta bugün bile ılık süt içemem, itiraf edeyim. Yani soğuk süt verin, sıcak süt verin, sorun yok, ama ılık süt ve o kendine has kokusu bana hala yapmak istemediğim bir şeyi yapmaya zorlandığım anları hatırlatıyor.
İkinci sevmediğim kokunun bu kadar uzun bir hikâyesi yok. İlkokuldaydım. Fasulye filizlendirme ödevi verilmişti. Evde bir kabın içine bir iki fasulye tanesi koyuyorsunuz, üstüne de ıslak pamuk örtüyorsunuz. Arada kontrol ediyorsunuz, kenarından filiz vermiş mi diye. Kardeşim, o pamuğu kontrol için hafif kaldırınca öyle bir koku yükselirdi ki içinden, bir koku bu kadar mı kötü gelir insana yani?
Neyse, çok uzattım lafı. Bugün artık bu alanda çalışırken “iyi” ve “kötü” diye değerlendirmeler yapılmaması gerektiğini, bunların nesnel değil, bireysel veya kültürel olduğunu, analitik bir yaklaşımda ise bu tip yargılayıcı öznel etiketlere yer olmadığını biliyorum. Ama bilmem bir işe gene de yaramıyor zira sadece mantık değil, aynı zamanda duygulardan oluşan canlılarız.
Demem o ki siz siz olun, lütfen yanıma ılık süt veya pamuk altında filizlenmekte olan fasulye ile yaklaşmayın. Kalbinizi kırarım, ikimiz de üzülürüz. Ne gerek var yani?