Mutluluğa denk gelmeye çalışırız ona en uzak noktadayken. Uzaklık kat sayısı arttıkça sanki hiç içimizde olamayacağı için denk gelmeyi dileriz. Onun en yakınındayken de daha fazlasını isteriz. Bir şeyleri özlemeyi özlediğimizde mutluluğa müsaade etmiş oluruz dünyamızı ele geçirmesine. Özleyecek bir şey bulmaya çalışırız önce. Onu bulduğumuzda sadece özleriz. Ona alışınca da, o şey her ne ise bizden nefret edinceye kadar onun kutbundan uzaklaşmak için kendi davranışlarımız yerine o kutbun ayısı oluruz. Birbirimizle itişelim, itilelim kakılalım karşılıklı diye. Nefretle besleniriz. Bokumuzla kavga ederiz. Aslında ne olduğumuzu ya da ne olmadığımızı unutarak yaparız her şeyi. Bazen sadece düşünerek iyi olabileceğimize inanırız hiç bir şey yapmadan. İnsanları düşünürüz. Onların rotalarına göz dikeriz. Lafa ve işimize gelince herkes farklıdır. Ama mutluluk istediğimizde sanki evrensel bir gerçek varmış da mutlu olanlar onu bizden saklıyormuş gibi damarlarımız kıskançlıktan çatlar. Mutlu olduğumuz fark edildiğinde “hayırdır n’oldu?” yu duymaz mıyız? Mutluluk sorgulanır mı ayol!
Vaktin içinde yaşarken fark etmeyiz. ya geçmişe bayılırız ya geleceği isteriz. Şimdiki zaman dilimi dar geldikçe paralel evrene kaçarız. Bunun adı da hayaldir aslında. Mesela bütün icatlar bitmiş ve artık hiç icat yapılamayacakmış gibi gelir. Doğum tarihlerinin -kendimden pay biçtiğimde- 1980 lerde durması gerekiyormuş gibi hissederiz. Annemizin kızlık soyadının 2. harfini hesaplarken zaman makinemizin dişlilerini yağlamış oluruz.
Biz sahiden ne isteriz? Mutlu olmak mı? Mutsuz olmamak mı? İkisi çok farklı şeylerdir. Mutsuz olmamak; süregelen gündelik işlerin takibi ve bizle uyumudur. O kadar.
Mutlu olmaksa tamamen şiirdir. Midedeki kutup yıldızı, kuş lokumları, dağ kekiği, kahve yanı lokumu ve kuş pastasıdır. Anlamını kendimize göre yontabildiğimiz kısımdır kendimizin.
Yazı: Ezgi OKUR
Foto: Anna Dyszkiewicz