Sabahın huzurunu yırtıp atan bir mesaj sesiyle uyandım.
Mesaj, iki sene önce çalışmak için İrlanda’ya taşınmış olan eski dostum Selim’dendi. Uzun süredir kanserle mücadele eden ve son günlerde durumu kötüleşen babası bu sabah vefat etmişti. Selim, haberi Dublin Havaalanı’nda almıştı. Babasını son bir defa görmeye yetişememişti. Hemen telefon açtım, uçağının saatini öğrendim ve onu havaalanından alacağımı söyledim.
Başka biri olsa, bu tür bir durum karşısında ne yapmam, ne söylemem gerektiğini düşünür dururdum belki. Söz konusu Selim olduğunda ise en ufak bir tereddüttüm yoktu. Ne yapmam gerektiğini bana tam on iki sene kendisi öğretmişti.
2002 yılıydı. Umut’un sekizinci kattaki evlerinin penceresinden atlayarak canına kıydığının ertesi günüydü. Akşam evi arayan okul müdürümüzün bana iki günlüğüne izin verme teklifini geri çevirmiş, bu süreci arkadaşlarımla birlikte atlatmanın daha iyi olacağına karar vererek erkenden okula gelmiştim. Sınıfa girdiğimde benden de erken gelenler olduğunu görmek içimi rahatlatmıştı. Müdürün onları da aradığını anlatmışlardı, sonra da biraz havadan sudan konuşmuştuk. Ders saati yaklaştıkça sınıf mevcudu yavaş yavaş çoğalmış ve en nihayetinde Umut’un ki hariç tüm sıralar dolmuştu.
14 yaşındaki bir çocuk intihar ettiğinde onun sınıf arkadaşlarının en azından birkaç günlüğüne serbest bırakılacağını veya yaslarını tutmalarına yardımcı olacak birtakım faaliyetlere yönlendirileceğini düşünebilirsiniz. Oysa biz meşhur yabancı kolejlerden birinin hazırlık öğrencileriydik ve okulumuzun bu kadar ‘meşhur’ olmasının arkasında ekolünden asla taviz vermemesi yatıyordu. Gramer hocamız günün ilk dersi için sınıfa girdiğinde Umut’un ölümünün onu ne kadar üzdüğüne ilişkin birkaç cümle ettikten sonra kitaplarımızı açmamızı ve ödevlerimizi elden ele uzatmamızı istedi. Şok olmuştuk. Abesle iştigal olduğunu bile bile, dün yaşanan bu elim olaydan dolayı ödevin aklımıza gelmediğini söyledik. O halde, dedi Gramer hocası, bu ödevden sıfır aldınız. “Görüyorsunuz ya çocuklar,” diye açıkladı, “elbette ben bugün sizi bu ödevden muaf tutabilirim. Oysa yarın bir gün büyüyüp avukat olduğunuz zaman sevdiğiniz biri öldü diye davanızı ertelemeyeceksiniz. Hukuk sistemi siz rahat rahat yas tutun diye beklemez. Aslında bakarsanız, dünyadaki hiçbir şey sizin yas tutmanızı beklemez. Hayat devam etmek zorundadır ve siz de bu dünyada yaşadığınız müddetçe her çark gibi üstünüze düşeni yapıp dönmeye devam edeceksiniz.”
Belki henüz bu dersin kıymetini anlayamadığımdan, belki o yaşta duygularımı kontrol etmedeki beceriksizliğimden ya da belki de “ölen çocuğun kız arkadaşı”olmam sebebiyle kendimde fazlasıyla hak görmemden olabilir, bilemiyorum, ancak Gramer hocamızın bu sözleri üzerine gözyaşlarımı daha fazla tutma ihtiyacı hissetmedim. Öğle teneffüsüne kadar da olduğum yerden hiç kalkmadan ağladım. Öğlen, arkadaşlarım beni güç bela yemekhaneye götürdü. Biraz hava almamın bana iyi geleceğini, iki lokma da olsa bir şey yemem gerektiğini söylediler. Sınıfın dışına çıkınca sahiden de sakinleştim. Bir iki kaşık yoğurt ve bir bardak suyla öğle teneffüsünü tükettim.
Öğleden sonraki dersin hocası biraz daha insaflı çıkıp müfredattaki konuyu işlemeyeceğini ancak yine de bize bir şey öğretmek zorunda olduğunu belirtti. Sonra da Yunan mitolojisinde kimin kimden doğduğunu anlatmaya koyuldu.Elimi kaldırıp sınıftan çıkmak için izin istedim. Bana izin veremeyeceğini söyledi. Kötü hissediyorum, revire gideyim, hiç olmadı bir elimi yüzümü yıkayayım diye ısrar ettiysem de fikrini değiştiremedim. Belli ki benim de intihara kalkışmamdan korkuyordu. Sınıfta hapis kalmanın öfkesi göz pınarlarıma hücum edince kendimi bir kez daha koyuverdim. Son zil çalana kadar, Yunan tanrılarının tuhaf yaşam öykülerine benim hıçkırıklarım eşlik etti.
Okul günü tamamlandığında saatlerdir aç karna ağlamakta olan bedenim iyice zayıf düşmüştü. Sıradan kalktığımda şiddetli bir baş dönmesiyle gerisin geri oturmak zorunda kaldım. Servise yetişmeme yardımcı olmak isteyen iki yakın arkadaşım koluma girerek beni güçlükle merdivenlerden indirdiler. Bir yandan bana mukayyet olmaya çalışıyor, bir yandan da hocaların ne kadar insafsız olduğundan dem vuruyorlardı. Alt kata eriştiğimizde, koridorun öbür ucundaki çıkış kapısına doğru yavaşça yürümeye başladık.
İşte tam bu esnada, nereden çıktığını anlamadığım ve kesinlikle tanımadığım bir erkek öğrenci, kollarını iki yana doğru upuzun açmış bir halde karşıdan yürümeye başladı. Adımları, yanıma gelince durdu. Arkadaşlarıma kollarımı bırakmalarını söyledi ve bana sımsıkı sarıldı. Onun kollarında son gözyaşlarımı, hıçkırmadan, bağırmadan içime akıttım. O da sabırla, göğsüne dayadığı başımdan canhıraş alıp verdiğim soluğumun yavaşlamasını bekledi.
Adının Selim olduğunu çok sonra öğrendim.
İlerleyen yıllarda Selim’le çok yakın iki arkadaş haline gelmemize rağmen koridordaki bu olay üzerine bir defa olsun konuşmadık. Yalnızca ben, yıllık sayfası için ona bir gün o da bana ihtiyaç duyarsa kollarımın sonuna kadar açık olacağını yazdım.
Ve şimdi, tam on iki sene sonra, dış hatlar çıkış kapısında kızarmış gözleri beni arayan Selim’e doğru hiç tereddütsüz yürüyordum. Bu defa ne Gramer hocaları, ne teslim edilecek ödevler, ne Yunan mitolojisi ne de yetişilecek bir servis vardı. Aramızda bir boy mesafe kaldığında kollarımı sonuna açtım ve ona sımsıkı sarıldım. Selim, boynuma dayadığı burnundan sessizce iç çekti. Sırtını sıvazladım. Başını okşadım. Tek kelime etmedim. Gerekirse sonsuza kadar böyle kalacaktım.
– Arkadaşlar yalnız orada durmuyoruz, geçişi engelliyorsunuz!
Güvenlik görevlisinin sesiyle irkildik. Selim yavaşça kollarımdan ayrıldı. Burada duramazdık. Diğer yolcular bu kapıdan rahatça çıkabilmeliydi. Güvenlik görevlisi o gün de üstüne düşeni yapmış olmanın haklı gururuyla evine gidebilmeli, çocuklarının başını okşayıp stres atabilmeliydi. Biz ise çıkarken otopark fişimizi onaylatmayı unutmamalıydık. Akan trafikte dikkatli davranmalı, kurallara uymalı, uymayanları uyarmalıydık.
Birileri ölmüş olabilirdi. O birilerini biz çok sevmiş olabilirdik.
O birisi babamız bile olabilirdi.
Oysa Gramer hocamız haklıydı. Çarklar dönüyor, hayat devam ediyordu.
Yazı: Simla Belen
Foto: Mercedes Gonzales