Tekel lojmanlarından Pyongyang’ı seyre daldım

pyongyang-02

Kuzey durağında otobüsten inince birden Boğaz’ı görmek beni şaşırttı: Herhalde çoktan doldurmuştu Kuzey’in ruhu içimi. Gün batıyordu ve köprünün ışıklarıyla romantik bir kontrast oluşturmuştu – biraz Instagram efekti gibi bir şeydi, ama daha pastel tonlar vardı, daha keskindi, daha canlıydı, anlaşması zor olsa da kendi içinde mantıklı bir biçimde, hem daha hüzünlü hem de daha umut vericiydi.

Kuzey, bana hep Kuzey Kore’yi ve Cevizli’de bulunan Tekel lojmanlarını düşündürür. Birkaç tane Pyongyang resmi gördüm: Gerçekten büyük bir lojmana benziyor, eğer ki Kuzey bir şehir kadar büyük olsaydı ortaya böyle bir şey çıkabilirdi. Bununla beraber, Kuzey Kore’yle ilgili bol bol youtube videosu izledim, yalnızca gitar çalan küçük çocukları değil, milli marşı çalınca ağlayan futbolcuyu ve başkanlarının ardından suya atlayanları da. Oryantalizme düşmemek ve yalnızca kapitalist perspektiften bakmamak içinse arada Kore’nin sesi isimli devlet sayfasını takip ediyorum. Tekel lojmanlarında bulunan o koridora benzeyen ortak balkon gibi alan da çocukluktan beri çok ilgimi çeker. Balkona çıkar gibi yapıyorsun, ama sağında ve solunda duvar yok, sosyalleşmek için ideal görünüyor: Sabahları bütün yetişkinler işe gittikten sonra yan komşunun oğluyla ufak bir maç da çevirebilirsin.

En başından beri, Amerikanların inşa ettiği, çağırıcı, Avrupai ve bir biçimde emperyal olmaktan kurtulamamış Güney cennetinin karşısında, öğrenci dövmekten çekinmeyip akşamları okey oynayarak sosyalleşen öğretmenler ve halinden memnun memurlara dolu büyük bir lojmana benzeyen Kuzey, bürokrasi ve sıkıcılık demek gibiydi. Birdenbire fark ettim: Kuzey’i 12 Eylül sonrası Eğitim Fakültesi açmak için devletin yaptırdığı, bu yüzden bu kadar çirkin olduğu söylenirdi, bunu hiç sorgulamamıştım. Hala da interneti açıp bakasım gelmiyor, buranın ruhu bu bilgiyi doğruluyor, bunu tarih bile değiştiremez artık. Kuzey’i, devlet 12 Eylül sonrasında öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere Eğitim Fakültesi açmak için yaptırmıştır.

Öğrencilerin sınav dönemiydi: Herkes çalışıyor olsa da, herhangi bir nedenden dolayı daha kaygısız olanlar akşamını kantinde geçiriyordu. Kantindeki tiplerin demografik dağılımı, buraları zamandan ve değişimden nasiplenmemiş yerler gibi yapar. Kantinlerde zaman durmuştur, kantinlerde zaman daireseldir, zaman ilerlemez, zaman birilerini dairenin dışında bırakır. Not arayanlar, ders çalışma bahanesiyle yazış peşinde koşanlar, çalışmasa da geçecek yetenekliler, gözü yükseklerde olmadığı için nerde olsa çalışanlar, çaysız kahvesiz yapamayanlar, şaşkınlar, serdengeçtiler yurt müdavimi oldukları için Pazar akşamı kantindeler. Politikler içinse Pazar akşamı tatil, onlar bütün hafta süre gelen toplantı, okuma ve tartışma pratiğinden sonra biraz kafa dinleyip önümüzdeki haftaya hazırlanıyorlar. Onların da yarın belirmesi ve son metalcinin de saç bakımını yapıp ortaya çıkışıyla kantinin demografisi olağan seyrine ulaşacak ve kantinde eşyalar, fiyatlar ve reklamlar değişmiş olsa da, yüzyıllık karma yenilenecek.

Bir an, benim ne işim var bu yaşta kantinde diye kendime sorar gibi olsam da, güvensiz ve yabancı hissetmedim kendimi, çünkü iliklerime kadar bilirim ki her üniversitede yaşı geçkin birkaç fosil için yer vardır. Böylesi tipler, bir miktar tekinsizlik hissi uyandırsa ve her gördüğü şeyden etkilenmeye açık gençleri ziyadesiyle şaşırtsa da, dayanılmazdırlar, tam bu yüzden dayanılmazdırlar, yani cezbedici anlamında dayanılmazdırlar; çünkü üniversitenin bir deneyim cenneti, ilginç karşılaşmalarla dolu bir harikalar diyarı olduğuna dair lise fantezileri bu karakterler sayesinde cismanileşir. Tabii bir de şu varki ben bu tipoloji için ziyadesiyle renksizim. Taksiciler de bunun tanığıdır, kimisi beni 40’larımın ortasını sürdüğümü iddia eder, kimisi ise okuyor musun diye sorar. Bu gizemi henüz anlayabilmiş değilim.

Değişime gitti aklım: Artık kapalı yerlerde sigara içilmiyordu. Oysa sigara dumanının altında saatlerce batak oynayan o dörtlü, onlara ne olmuştu? Esmer, uzun boylu, kirli sakallı bir çocukla, kısa boylu kızı hatırlıyorum: Okulu bitirmek için derse gitmenin zorunlu olmadığını görmek, bir romanın ilk cümlesiyle insanı büyülemesi gibiydi. Kantin defalarca yer değiştirdi ve kütüphane büyüdü, ben de birçok kitap okudum. Burada edindiğim arkadaşlarımın çoğu yurtdışına gitti. İşle ilgili görüşme ise beni yeniden buraya yollayıvermişti işte, bir Pazar akşamı, huysuz bir doçentle yarım saat görüşeceğim diye bu kantine gelmiştim. Bütün bunlar aklımda dolaşırken, iki hafta sonra şirketin ulusal toplantısında yapacağım sunumların başlıkları kafamda netleşti. Sizinle paylaşmak isterim:

-Inorganisite eğilimiyle doğal tıp aracılığıyla müdahale: Sami Ferman ve Melahat Küçük’ün yaklaşımları

-Rus tıbbında inorganik unsurun teşhis ve tedavisi

-Canlılığın mikrobiyolojisi ve biyolojik travmalar

-Biyososyal modelle canlılığı düşünmek.

Musa Acar