Ahmet Telli bir şiirinde, “su çürüdü” der.. “Öyle şey olur mu?” diye düşünürsün önce. Anlatınca anlarsın ki, evet olur. Gelecek unutulur, hayaller ölür, sular çürür…Hayat bizi ya bir hücreye hapsederek ya da kuşlar kadar özgür bırakarak delirtir. Çünkü birinde dünyayı unutursun, diğerinde kendini… Öyleyse insan gireceği hücreyi de, gideceği sürgünü de, ciğerlerine çekeceği özgürlüğü de kendi seçmeli.
Masallar çok şey anlatır. Elindeki cam ayakkabıyı denetme uğraşında, kapı kapı gezen prensleri, yatağında kendisini uyandıracak öpücüğü bekleyen prensesleri, hayata hızlı başlayan, her şeyi çok hızlı yaşayan, çok bildiğini, çok öğrendiğini, çok başarılı olacağını sanan, ancak en dinlenilmemesi, uyuya kalınmaması, durulmaması gereken yerde öz güven ya da yorgunlukla frene basan tavşanları. Yola nasıl başladıysa öyle devam eden, bir yarışı kazanmayı değil, bir yarışın içinde olmayı önemseyen, disiplinli, 10′da yatan 8′de kalkan, okulunu zamanında bitiren, istediği işe giren, evlenen, çocuk sahibi olan, müdürlüğe yükselen, emeklilik primi alan, torun seven ve sahip olduğu zamanı sadece atabileceği en hızlı adımı atmakta kullanmış, kafayı başka bir şeye yormamış, eleştirmemiş, kısa yollar aramamış, zamanın sıkıştırmasını önemsememiş kaplumbağaları, farklı silüetler, farklı isim ve hayatlarla her an görürüz etrafta.
Fakat bir şeyi eksik söyler masallar; “Bir var bir yok” değil, “bir var bin yok” tur o hesabın doğrusu. Bir insan sever, bininden olursun. Bir işe girer, binini reddedersin. Bir yoldan gider, binini merak edersin. Bir tercih yapar, bininden vazgeçersin… Günün sonunda elimizde olan, olmayandan daima azdır. İşte sırf bu yüzden bilmeliyiz azla yetinmeyi. Bu yüzden önemsememeliyiz eksikliklerimizi, bu yüzden öğrenmeliyiz artık gözlerimizi bardağın boş kısmından alıp, dolu tarafa bakmayı. O seni ne olarak, ne kadar tanıdı, dilediğin aflardan kaçını önemsedi, seninle ne kadar güzel yaşayacaktı, sensiz ne kadar güzel yaşadı bilemezsin? Ve hayatta kaplumbağa değilsen en fazla içine prens hapsedildiğini savunan bir tavşansındır… Hızlı, enerjik, kurnaz, ukala, haylaz, zamandan hızlı olmaya çalışırken, nerede uyuyup nerede koşacağını bilmediği için kaybeden bir tavşan.
Şimdi günün on saatini o kaya parçasını hatırlatan, bir odada, monitör arkasında, “akşam olsa da gidip dizi izlesem” diye düşünerek geçiriyoruz. Ardımızda kalan, en büyük pişmanlığık ertelediğimiz hayatlar. “Bunu da yapmadan ölmeyeceğim” dediğin kaç şeyi yaptın? İstediklerini, hayallerini, yaşadığını hissettirecek her şeyi erteledin durmadan. Yarın, maaşı alınca ya da bu yaz kesin… Neticede hala kafanda altı yıllık bir istifa mektubu ile oturuyorsun masanda ve bu gidişle emekli olurken içeriğini “veda” ya uyarlayarak yeniden düzenleyeceksin. O zaman geriye bakınca pişman olduğumuz çok daha fazla şey olacak biliyorum. İstediklerimiz de değişecek bu zaman zarfında ama ne fark eder? Nasılsa erteleyeceğiz onları da. Çünkü bir kez attın mı hayat ile ilgili bir şeyleri ileri, kendinden de bir şeyleri atıyorsun kenara.
Biz cesaret edemeyenlerdeniz. Hayatı istediği gibi, istediği zaman, istediği kişiyle yaşamaya… Bunun bedeli olarak da aslında bir başkasının, küçükken sorsalar olmak istemediğin o insanın, sevmediğin bir senin hayatını yaşıyorsun. Şimdi iki dakika gözlerini kapayıp paralel evrende bir yerlerde gününü gün eden öteki seni düşün. Dünyayı gezmiş, güzel yemekler tatmış, farklı insanlar tanımış, çok büyük başarılara imza atıp parmakla gösterilmiş ve kim bilir, belki o hep hayal edip asla gerçek olmayan kişiyi bulup, kaybetmeyerek mutlu olmuş seni…
Özgür Keskin