Otobüs kalkınca küçük bir mucize diledim: Otobüsün bizim sokaktan geçmesini, böylece yeğenimi son bir kez daha görüp ona bir kez daha el sallayabilmeyi. Bu boş hayal bana şehre dönerken geride bıraktıklarımı düşündürttü, işte, en erken 9-10 ay sonra gelecektim, onu daha dillenmiş, bazı alışkanlarını bırakmış ve daha yaman olan yenilerini edinmiş şekilde bulacaktım. Geride bıraktığım aslında bir öyküydü, burada işbilir bir esnaf ya da bir belediye çalışanı, ya da gelişigüzel bir öğretmen olabilir, yeğenimin büyüyüşünü adım adım izleyebilirdim. Oysa ben, uzaktaki cesur bir abi olmak üzere gene yollara düşüyordum.
Otobüs bizim kasabadan çıktığı anda yan kasabanın o karartıcı havası içimi sıkmaya başladı. Evler, en az bizim oranınki kadar biçimsiz, yollar da bir o kadar bakımsızdı, ama gene de bizim oranın havası ferah, buranınkiyse boğucu geliyordu bana. Otogarın çevresine bir yeri taşra yapan her kurum konuşlanmıştı: Bankalar, siyasi parti temsilcilikleri, kooperatifler ve kahveler. İşin ilginci burada, artık adı sanı kalmamış sağ partiler hala tabela asıyorlardı. İddialı bir MHP posterinin ağırlığını koyduğu meydanda daha küçük kalan bir Eğitim-Sen tabelası da vardı. Acaba bıyıklı, sosyal demokrat, belki sosyalist eğilimleri de olan, ama ne olursa olsun çocuklarının eğitimine çok önem veren, arada içkiyi fazla kaçırsa da aile yaşamına özen gösteren, Sinoplu ya da Sivaslı öğretmenler burada buluşup oyun oynuyorlar mıydı yoksa bu benim 90’lara dair nostaljik bir fantezim miydi? Nihayetinde, Eğitim-Sen temsilcilikleri herkesin MHP’li gibi göründüğü, bir yerden sonra MHP’li gibi görünmekten başka şans bırakmayan iç karartıcı kasabaları, bir saniye için bile olsa, Sinop’a ya da Sivas’a, şöyle çok hafif de olsa bir benzetir.
Otogarlarsa çok özgün yerlerdir. Herkesin heyecanla bir şeyler konuştuğu buralarda bir tek çocuk seslerini ayırmak mümkündür. Buralarda, şehirde göremeyeceğiniz efsane arabaları, Reno 9’ları ve Taunus’ları görebilirsiniz. Üstüne bir de hırsla bagajlara yüklenen çuvalların içinde neler olduğunu merak edip, onların hangi yemeklerde nasıl kullanılacağını hayal ederek, ufak çaplı bir lezzet seyahatine çıkabilirsiniz.
Sonra da otobüs kalktı. Solum ova, sağım ağaçlar, giderken, bunları düşünüyordum. Proust’un romanının açılışındaki gibi, ne olduğunu anlamadan, hangisi rüya hangisi gerçek bilemeden, içim geçmiş. Bir sonraki kasabanın otogarında hava almak için dışarı çıktım, otobüsün tamamıyla kavga etmek zorunda kalmaktan korktuğumdan Özgür Gündem almayı Kadıköy’e erteledim. Aklımdan çıkacak ve çok değerli bir şeyi kaybedecekmişim gibi aceleyle uygun bir yer bulup bu notları aldım. Otobüsün televizyonuysa açılmamıştı daha; acaba bitik bir Şafak Sezer filmi küfürleriyle yolculuğumu şenlendirir miydi? Şafak Sezer filmlerine ara vermeden izleyememek normaldi ama;ben biliyordum, ne olursa olsun, bir filme odaklanamayacak, o kanaldan bu kanala atlayacak, sonuçta ikisinin de olay örgüsünü anlayacak ama gene de yolda içeceğim çorbayla mutlu olacaktım.
Musa Acar