Kömür, elmas ve pırlanta

Kömür ve Elmasın kimyevi yapısı aynıdır. Karbon atomlarının, kömürden elmasa giden yolda ilk durağı kömürdür. Daha düşük sıcaklık, basınç ve daha kısa süre kömür oluşumda yeterlidir. Elmas oluşurken yer kabuğunun daha altında ve daha yüksek basınçlar ile oluşur. Kömür, 50 bin atmosfer düzeyindeki yüksek basınçlar altında elmasa dönüşebilir. Pırlanta ise elmasın işlenmiş halidir.

Hâlbuki bir pırlantaydın sen, ancak usta ellerde değeri anlaşılabilen. Parlıyordun hem de madde olduğun kadar maddeden de bağımsız. Kimi vardı ki senin parlaklığını sevdi, kimi senin gerçekten kıymetli olduğunu bildi. Senin kıymetin parlaklığından, gösterişinden değil bin yıla meydan okuyan geçmişindi. Kıymetini ancak bir pırlanta ışığını kendinde keşfeden bilebilirdi. Şimdi keşfettin mi sende senden sızan ince ince ışık süzmesinin nedenini?

Parlıyordun ve aydınlanıyordu durduğun yer.

Hâlbuki bundan kaç bin yıl önce diğerleri ile aynı yola çıkmıştın sen de. Sevda elini tutmuş, kara bulutlar sana musallat olmuş ve seni bu yola sokmuştu işte.  Sen düşün diyeydi dünyanın başına gelen her çile. Hindistan da yaşanan o sel felaketini hatırlıyor musun? Dağlardan gelen devasa çamur deryasında birkaç saniyede kaybolan minicik insanları. Minicikti insanlar! Mini minnacık. Bir salise sürmedi görüntüden kaybolmaları. İşte bir saliselik bir sonun beklediği bir günlük ömrün muhasebesiyle meşguldün, sadece bir saliselik bir son.

Ve sordu kurgunun sahibi;

‘Size kalsa, dünyada kaç yıl kaldınız?’

Cevaba bak hele;

‘Bir gün, ya da bir günden daha az’

povertyYardım balolarında toplanan bağışlardan çok daha pahalı elbiselerle boy gösteren o ünlü hanım ne yapıyordu acaba o bir günde? Muhtemelen sabah kalkıp portakal suyunu içiyordu önce. Biraz spor yapmalıydı çünkü bedeni onun yapılmakta olan yatırımıydı. Arkasından süslü vitrinli mağazalar teker teker gezildi. İyi hissetmeliydi, çünkü o buna değerdi. İnsana hitap eden bazı reklam filmleri ‘çünkü siz buna değersiniz’ demiyor muydu? Değerinizi dünya nimetleriyle eş tutması kimseyi rahatsızda etmiyordu.

Ve sonra sordu kurgunun sahibi;

‘Size kalsa, dünyada kaç yıl kaldınız?’

Cevaba bak hele;

‘Bir gün, ya da bir günden daha az’

…..

Sen de hisset diyeydi Habil ile Kabil in birbirini kıskanması belki de. Bir kardeşi bir kardeşe vurduran zihniyeti düşünsene. Dünyadaki ilk cinayeti iki kardeşin işlemesi tesadüf mü sence? İşte o ilk kandamlası ile başladı insandaki evham derdi. Bütün yeryüzü sustu o an! Bir tek yerdeki kandamlaları sesleniyordu evrene. Diyordu ‘İşte insan! Bir damla kan ve bin vesvese’.

Sen de bir cümle söyle istiyordu bu kurguyu hazırlayan yüce eller. Bu profesyonel senaryonun amatör oyuncusuydun ya sende. Ama bunun bir oyun olduğunu bilmeden, gerçekliğine inanmışçasına oynuyordun sahnede. Belki de asıl senaryo senin uyanışın için yazılmıştı.

xİşte uyanıyorsun sende! Bu bir oyun diyor baktığın her bir dünya nimeti. Sahneden sahneye, maskeden maskeye geçip duruyorsun. Kâh bir âşık olmak istiyorsun, deli gibi âşık oluyorsun. Kah aldatılıyor, kah aldatıyorsun. Aldanmak istiyorsun, bile bile aldanıyorsun. Yalanlar duyuyor, yalanlara inanıyorsun. Kâh kazanmak istiyorsun, önce kaybediyor sonra kazanıyorsun. Arabalar, evler, eşler, bebekler! Doymuyorsun! Sıkılıyorsun her birinden teker teker.  Tüketen beşer! Hele bir kendine gel.

Peki ya sen ne yaptın? Eskimiş köklerin kim bilir kaç yıldır toprak altındayken, toprak üstünde ki bedenin ne yaptı? Köklerini düşündün mü hiç? Tarih kitapları bahsederken ecdadının yaşadıklarını, zafer diye anlatılan kanlı savaşları, onların aslında sen olduğunu da bildin mi?

Sende diğerleri gibi sustun birkaç asır, sende bir pırlanta olduğunu unuttun. Bir parça kömür oldun.

Uyudun.

Üzerine yumuşacık dünya örtüsünü çektin, sıcacık uykunun tadını çıkardın. Ama işte üşüyenlerde vardı o sırada. Dünyanın bir ucunda ağlayan çocuklar vardı. Kötü adamlar, üzülen kadınlar vardı. Pamuk sakallı dedeler tam buradan uzatırken ellerini üşüyen siyah küçük ellere, izliyorduk sadece. İzliyorduk, vazifemizi yapıyor ve takdir bile ediyorduk. Ama işte bir adım ötesi vardı. Sadece pırlantaların yapabildiği bir adım ötesi. O anda ve zamanda sadece imreniyor pırlantalara ve hayatını yaşıyordu kömür taneleri.

Görmedin.

Güzellikler varken bu nimet dünyada ve parlıyorken imitasyon taşlar pırlantaları solda sıfır bırakarak, bakmaya gerek de görmedin. İmitasyon taşların ışıltısına kapıldın, yüksek bedeller ile pırlanta olmayı bu yüzden hedeflemedin. Dünya hoştu güzeldi ve sen izledin, ama görmedin. İçindeki meleği bir kenara itip küçük iyilik kırıntıları ile yetindin. Sende bir insan gibi önce kendini sevdin. Sonra bedeninin her uzantısını, DNA karmaşasını, ihtiyaçlarını sevdin.

Sustun. Ahh susmasaydın!!

Konuşmak istemedin. Yolda sara tutmuş adamın elini tutabilirdin ama hızlı adımlarla geçtin. Sen kömür karası karanlığını sevdin, ahh sevmeseydin. Kim bilir kaç asır o karanlık kuytuda kömürden bedenlerle vakit geçirdin.

Bir kömürdün işte. Bir kara kömür parçası. Sakın yakınma! Kömür olmak demek günün sonunda yanmayı gerektirir. Kömür olmak demek günün sonunda yanarak yok olmayı gerektirir. Çok acı bedellerle kaybolmak demektir.

Bu uykudan uyanmaya başlayıp, göz kapaklarını araladığında büyük boşluk denizi ile karşılaştın sende. Bu yoldan binlercesi geçti muhtemelen, korkuya yer olmasın durduğun yerde.

Bu sonu gözükmeyen boşluk denizine düştüğün ilk an bir umutsuzluk kapladı içini. Buz gibi kesildi bedenin. Kaybettiğin uzuvlarının yokluğunu tam kalbinde hissettiğini fark ettin. Üşüyordun ve şimdi anlıyordun artık sen sıcak yorgan altındayken üşüyen evsiz adamı. Üşüyordun ve şimdi anlıyordun bir sevgili yokluğunda hissedilen dingin fırtınayı. Üşüyordun ve karşında duruyordu elini tutmadıkların.

İçindeki boşluk titreyen dişlerinin sesini bastırdı ve açlığın artık başkaldırıyordu bedenine. Henüz yeni kalkmıştın hâlbuki altın şamdanlı iftar sofralarından. Fakat bu bir uyanış! Sende şaşırdın tabi hissedilen açlığın boyutunu görünce. İnanamadın. İçini kemiriyordu bu çaresizlik illeti. Bir parça ekmek için belki el bile açıp yalvarabilirdin. Gördün mü şimdi insan olmak neymiş? Anladın mı şimdi Afrikalı çocuklar neden açlık tanımlarken örnek verilirmiş? Bildin mi şimdi sevgiden yoksun kalpler aç kalan mideden daha betermiş.

Bir inleme duydun bir an hemen sol köşende; Kalbinin tam üstüne oturmuş ağlayan birkaç insan. Gözyaşları kalp kapakçığından süzülerek dolduruyor kalbini. Her damla ateş, her damla bir volkan parçası. Muhtemelen onlardan daha çok acı taşıyorsun şuanda bu alevden gözyaşlarıyla dolan kalbinde. Siz hiç kalbi alev alev yanan bir adam gördünüz mü? Durun diyorsun, susun diyorsun kalbinde ağlayan bu tanıdık eski sevenlerine. İncittiğin kadar incineceğini hiç mi düşünmüyordun uyku hallerinde. Kömür idin yaktın, köz oldun yandın.

Belki sende haklıydın, yakmadan nasıl yanardın?

İşte bu boşluk içinde uyanıp, kalkınca perdeler bir bir, o an yenilebilirsin umutsuzluğa. Yola devam mı edeceksin yoksa dünyanın kömür karası altında ezilecek misin? Biliyorum, sende tam o an anneni düşüneceksin! Ve sonra dünyadaki bütün anneleri bir bir..

Devam dersen bu yol artık senide aşabilir. Elmas olma iddiası köze dönmüş bir kömüre bazen zor bile gelebilir.

Bu bir kömürün elmasa dönüşme hikâyesidir.

Bu yol çok çetrefilli ve dik yokuşlarla bezenmiştir. Üstelik yürüdüğün yol artık sana ait değildir. Burada herkes aç, herkes tok, herkes haklı ve herkes biraz sendir. Burada bahçelere duvar çekilmez, mal sahibi denilmez, öfke nedir bilinmez.

Bu bir elmasın pırlantaya dönüşme hikâyesidir.

Bir pırlantayı ancak bir elmas kesebilir. Artık bulunduğun yerde ne keskin bıçaklar, ne alev alev yanan kömürler etki edebilir. Sen artık ancak parlayan bir pırlanta ile büyüyecek ve şekilleneceksin. Geldik mi yine en başa. Bu başladığın noktaya geri dönmenin yorgunluk ve tecrübesidir. Parlıyorsun ve aydınlanıyor durduğun yer. Günün sonunda kömürde sendin, elmas da sen, pırlanta da sen. Anın sonunda kömürde sensin, elmas da sen, pırlanta da sen.Bana söyler misin nasıl gözüküyor etrafın durduğun yerden?

 

Selda Dinç

seldadinc@gmail.com