Çocukken, dayımlara gitmek büyülü bir yolculuktu. Mahalleden, ilçeden, neredeyse şehirden çıkar; kirli ve biçimsiz arkadaşlarımı geride bırakır, kapıda güvenlik görevlilerinin karşıladığı, son model teknolojilerin hiç duyulmamış sesler çıkardığı, ünlülerin bile karşıma çıkabileceği bir lunaparka giderdim. Dayımların yaşadığı semtin çocukları çok güzeldi: Onların hepsinin nasıl bu kadar sarı olabildiklerini düşünürdüm. Bu çocukların hiçbiri mahalle arkadaşlarıma benzemiyordu, Hüseyin’lerin, Cengiz’lerin, Cüneyt’lerin, Eyüp’lerin, hadi en iyi ihtimalle Ali’lerin arasında büyüyen ben, ki bir Özgür olarak yeterince ayrıksıydım, böylesi çocuklara Öykü, Berke, Oğulcan, Su gibi isimlerin verildiğine, yıllar boyunca Anadolu Lisesi’nde okumama rağmen, çok sonra mizah dergileri aracılığıyla ayacaktım.
Yalan yok; dayımlara gittiğimde kuzenlerimin sarılığı da beni düşündürürdü: Anne tarafımın sarışınlığı kuzenlerime nasip olmuş; bana babamın köy yanığı ten rengiyle sık saçları kalmıştı. Neyse ki, annemin gözlerinin içine bakıp kendimi görmenin coşkusuyla bana bulaşan sarışınlık, yıllar sonra köyden şehre inmemi başardı da salonlarda ciddi konuşmalar yaparken yabancılanmayacak kadar beyazladım. Mahalleden kaptığım atsan atılmaz satsan satılmaz esmerlik de, kreşlerde büyümüş genç kızların kitaplarda okuyup filmlerde izlediği kurbağa prens ile derin kabadayı arasındaki rolü oynarken beni kolladı. Yine de, bütün bu heyecanların sonrasında sıkıcı bir işe girdim, kilo aldım ve geriye ne prenslik kaldı ne de egzotik esmerlik; ortalama bir kumral olup çıktım işte.
Bir gün, gene dayımlara gidecekken, annemin elime tutuşturduğu çöp poşetini gittim mahallemizin boklu deresine fırlatıp attım. Bir bavul cinayeti işlemiş gibi heyecanlandırdı bu beni; eşek kadar ve ilkokulu başarıyla bitirmeye doğru net adımlarla giden bir çocuk olmama rağmen, dayımlarda geçirdiğimiz iki gün boyunca, derenin patlama ihtimali aklımın bir kenarında asılı kaldı durdu. Bir an evvel mahalleye dönüp neler olduğunu görmek istiyordum. O iki gün, kuzenlerle oynadım, bir yandan da nasıl zengin olunduğunu ve zenginlerin nasıl bir yaşam sürdüğünü anlamaya çalıştım; ama aklım hep mahalledeydi. Hapşırık krizlerim iyice azmıştı ve saman nezlem neredeyse gribe dönüp beni yatırıyordu ki eve dönme vakti geldi, köprüyü geçince benim nezlem de yağan yağmura karıştı, iyileştim, evde anneannemin çekirdek içlerini benim için çıkaracağını düşündüm, o da bizimle geliyordu.
Döndüğümde mahalle yerinde duruyordu ve derede sıçanlar oynaşıyordu, mahalle sanki ben hiç gitmemişim gibiydi. Cemal gene kısa bir şort ve atletle dolaşıyordu, ince sesiyle bağırarak konuşuyordu, dediğini anlayan bir tane yetişkin var mıydı acaba diye düşünüyorum geriye dönüp bakınca. Hülya Abla’nın çocuğu Bekir, iki yaşındaydı, parmaklıkların arasından birilerine bir şey diyor ve kendini sevdiriyordu, büyük kardeşi Bedri ise her zamanki gibi antipatikti ve kafasına tükürme isteği uyandırıyordu bende.
Derenin akmaya devam etmesi, benim de mahalle arkadaşlarımın da eğitim hayatını kurtarmış oldu, herhangi bir sekteye uğramadan tam gaz devam ettik eğitimimize. Ben Anadolu Lisesi’ne başladım, sonrasında ise annem daha büyük bir eve ihtiyacımız olduğuna dair uzun ikna konuşmalarının meyvesini aldı ve yukarı mahalleye taşındık. Aşağı mahalleyle aynı muhtara oy verse de yukarı mahalle olarak bilinen burada evler kışın çok sıcaktı ve bu beni uyutmuyordu. Uyumak imkansız olunca pijamamın üstünü çıkarır ve sabah olmasını beklerdim, birkaç gece sonraysa bu sıcağa alıştım ve sanki hiç sobalı evde oturmamışım gibi akşamları tişörtle dolaşmaya ve insanı uyuşturan bu sıcağın ortasında uyku saatim dahi gelmeden mışıl mışıl uyumaya başladım.
Buradaki çocukların ismi tam o isimlerden değildi ama bir iki Yiğit, hatta Mertcan tanıma fırsatına eriştim. Arkadaşlarım mahalle ortaokulunda bezgin ve dayakçı öğretmenlerden biyoloji, emekliliği bekleyenlerden de matematik öğrenmeye çalışırken, ben sahilde oturan çocukların arasında kendim gibi ne sarışın ne kara ne kadar tip varsa bulup onlarla teneffüslerde duvar dibinde buluştum, kızları izledim ve felsefe olduğuna inandığım şeyleri konuştum. Nihilizm üzerine düşünüyor ve giderek artan bir merak ve hayretle devrimi bekliyorduk.
Eğitim hayatımızın ne kadar güzel devam ettiğini söylemiştim, arkadaşlarım meslek lisesine gittiler, sonra da direkt geçişle meslek yüksekokuluna. Becerebilenler dört yıllığı tamamladılar, diğerleri ise paşa paşa uzun dönem vatan borcu ödediler, dönüşte de çok uzatmayıp evlendiler. Ben de boş durmadım tabii, çok çalışıp üniversiteyi kazandım, orada o isimleri mizah dergilerinde çıkan çocuklardan daha da fazla tanıdım, hatta bazılarıyla arkadaş oldum. Mahalle arkadaşlarımla çok daha seyrek karşılaşmaya başladım, onlar bana benim farklı yetiştirildiğimi söylediler ve bana “doktor” diye hitap ettiler. Ben de bundan mahcup oldum ve onlarla, sanki hepimiz, eve gitmeden evvel yoğurt ve ekmek almış aile babalarıymışız gibi, sakin ve olgun görünmesine çalıştığım bir biçimde hal hatır sordum, yürürken sohbet etmeye çalıştım.
Musa Acar