Ayrılığın üstünden yeterince zaman geçtikten sonra, eski sevgiliden geriye tek bir canlı anı karesi kalıyormuş meğer.
Dexter’ın kurbanlarından anı olarak aldığı bir damla kan gibi, biz de yaşanan onca şeyden tek bir damla anıyı kutumuza itinayla saklayıp yeni kurbanlarla yola devam ediyoruz.
Tüm bunları evlendikten sonra fark ettim. Hiç yaşlanmadım ama sanırım evlenmek yaşlanmaya çok benziyor. Arkanızda geçmiş diye yekpare bir şey bırakarak yeni bir evreye geçiyorsunuz. Hal böyle olunca o geçmişi güvenli bir mesafeden değerlendirmek hem mümkün hale geliyor hem de bunun için bolca vaktiniz oluyor.
İşte ben de bu süreçte hobi olarak gençlik yıllarımı film şeridi gibi gözümün önünden geçirirken eski sevgililerimi düşündüğümde aklıma tek bir film karesinin geldiğini fark ettim.
Mesela lisede delicesine aşık olduğum, ayrıldıktan sonra koca bir dönem boyunca tüm matematik derslerinde salya sümük ağladığım adamı düşündüğümde aklıma sağanak yağmura yakalandığımız bir okul çıkışında Kadıköy çarşıda köşedeki çiçekçiye sığınıp yemek yiyeceğimiz yeri planlayışımız geliyor.
Eminim bu arkadaşla çok şey paylaşmıştık, çok mutlu anlarımız ve çok şiddetli kavgalarımız olmuştu ama işte bana kala kala o yağmurlu gün kalmış. İşin kötüsü, aradan 10 küsür sene geçmiş olmasına rağmen bugün hala Kadıköy’e her gidişimde ve o çiçekçiyi her görüşümde aynı ana geri dönüyorum. İçim bir tuhaf oluyor. (Belki bu yazıyla sizi de zehirlerim, belki siz de artık o çiçekçiyi her gördüğünüzde yağmurlu bir güne geri dönersiniz).
Zaman tünelinde ilerleyince başka başka adamlardan şu tür kareler geçiyor zihnimden: Tatlı tatlı boğuşurken yanlışlıkla gitar çaldığı tırnağını kırdım diye azar işitmem, okulun son günlerinde bahçede sessizce oturup üniversitede ayrı şehirlere gidince ne olacağınıdüşünmemiz, leş bir Taksim barının ücra köşesinde bana epey cool ve asi hissettiren bir öpüşme seansı, ilk sevişmemizde geçirdiği astım krizi, stadyumda elimi tutmak için izin istemesi, annesinin çiçekli bornozuyla çektirdiği bir fotoğrafı bana göndermesi…
Öte yandan, tüm üniversite hayatım boyunca birlikte olduğum ve az kalsın yanlışlıkla evleneceğim adamı düşündüğümde aklıma hiç ama hiç bir şey gelmiyor. Sanki o hiç olmamış gibi hissediyorum. Sırf dersin başına oturmamak için hiç de komik bulmadığım halde tüm sezonlarını izlediğim yirmi dakikalık Amerikan dizileri gibi bir şeydi benim için sanırım. En sevdiğin, en komik bulduğun sahne hangisiydi diye sorulduğunda işte anca böyle boş boş bakıyorum. Dört sene birlikte olduğunuz bir insandan geriye hiçbir iz kalmaması trajik midir? Sorun onda mı, yoksa hayvanlık bende mi? Bilemiyorum. Ama bu durum bana eskilerden size kalanlar kadar kalmayanların da can acıtabildiğini gösteriyor.
Bu karelerin bir anlamı var mıdır? Yağmurlu bir gün lise aşkımın saflığını ve masumiyetini simgeliyor olabilir mi? Belki öyledir. Belki de hiçbir anlamı yoktur. Belki o adama sorsak, o güne dair hiçbir şey hatırlamayacaktır. Belki onun kafasında benden yana bambaşka bir kare kalmıştır. Belki de hiçbir şey kalmamıştır.
İnsanlar öldüğünde öykülere dönüşüyorlar. Cenaze evleri bana bunu öğretti. İlişkiler ise bir hayattan daha kısa bir müddete sahip olduklarından ancak böyle karelere hapsediliyorlar. İşin fenası, hangi kareyle hatırlanacağınızı siz seçemiyorsunuz. En büyük jestler, en çarpıcı olaylar kalmıyor geriye belli ki. Her şey bittikten çok sonra, zihin olan biteni sindirip iyice damıtınca geriye ne kalıyorsa onunla yetinmeniz gerekiyor.
O damlayı güzelce muhafaza ederseniz, benim gibi boş vakitlerinizde çıkarıp tekrar tekrar izleyebiliyorsunuz.
Zaten bana sorarsanız pek çok şeyi ileride oyalanacak bir şeylerimiz olsun diye yaşıyoruz.
Yazı: Simla Belen
Fotoğraf: Luis Roberto Diaz