Tiyatroda ışık tasarımı denilince akla ilk o gelir… Mesleğinde 40. yılına girmeye hazırlanan Yüksel Aymaz ile tiyatroda gölge-ışık tasarımı, tasarımlama aşaması, mesleğin geleceği ile ilgili konuştuk.
Kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Şu anda Devlet Tiyatroları’nın kadrolu tasarımcısıyım. Bu sene meslekteki 39. yılım. Bu kadar senedir Devlet Tiyatroları bünyesinde olmama rağmen hemen hemen çalışmadığım özel tiyatro kalmadı. Sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin diğer şehirlerinde de… Samsun Sanat Tiyatrosu, Ankara Sanat Tiyatrosu, Eskişehir’deki Tiyatro Anadolu gibi… Devlet Tiyatroları’nın imkanlarıyla ufkumuzu genişletip o tecrübe ile özel tiyatrolara gidip kısıtlı imkanlarla ne yapabileceğinizi de orada öğreniyorsunuz. Devlet Tiyatrosu ve Şehir Tiyatrosu’nun olanaklarıyla daha geniş perspektif ile bakabilirsiniz ama özel tiyatrolara gelip kısıtlı imkanları küçümsememek, “ben ne yapayım burada” dememek lazım. Ben bunu öğrendim. Olanla en iyisini nasıl yapmak! Ki sanat da bence böyle bir şey. Sanat, bahanelerin arkasına saklanmamaktır. Çünkü seyirciye bunu alt yazı ile ya da oyun sonunda “Af edersiniz, biz böyle düşündük ama anca bu kadarını yapabildik” deme şansımız olmadığı için yaptığınızla varsınız orada. Özel tiyatroların görevi bence daha zor, kısıtlı imkanlarla mükemmele yakın işler yapmayı amaçlıyorlar. Bu çeşitliliğin içerisinde her türlü kişiye hitap edecek tiyatro salonu, grubu, oyun var. Elbette ki ülkenin gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda yasak ve sansürlerin olduğu, sanatçı dostlarımızın ya da bazı artistlerin kendi taraflarını belirtiyor olmaları yanlış gibi geliyor bana…. Birkaç oyuna yasak geldi, gelecek gibi de. Bu bizi yıldırmamalı. Çehov’un dediği gibi: “Bizi çalışmak kurtarır”.
PROMETHEUS İLE İLK TASARIMIMI GERÇEKLEŞTİRDİM
Meslekle, tiyatro ile kesişmeniz ne zamana denk geldi? Sonrasında neler oldu?
Ben 80 yılında tiyatro ile tanıştım, 81’de Devlet Tiyatrosu’na girdim. Tiyatroya o kadar uzak bir insandım ki 60-70’li yıllarda Atatürk Kültür Merkezi binasını Birleşmiş Milletler Binası sanacak kadar… O koskaca bina herhalde böyle bir şeydir, diyordum. Ve o binada işe başladım, tesadüf. Bir arkadaşım orada çalıştığı için “elektrikçi aranıyor” ilanına gitmiştim. Ve AKM değil, Devlet Tiyatrosu arıyor, demişlerdi… Gelmişken başvurayım, dedim. Çünkü elektrik mezunuyum. Annemizin dediği gibi “SSK olması kaydı ile”. Başvurdum, yapılan sözlü ve yazılı sınavlarla beni kabul ettiler. Ama ışık tasarımcı olarak değil, “ışıkçı” olarak. Yani binada temsil bitecek biz de ışıkları kapatıp çıkacağız. Öyle anlıyordum. Ama sonra ilk bir ay içinde bir şeylerin yanlış olduğunu fark ettim. 82’ye gelmeden yapılan işler için “bir şey eksik” diyordum ama neyin eksik olduğunu bilmiyordum. İlginç gelmiyordu bana… Mustafa Avkıran ile yolumuz kesiştiğinde neyin eksik olduğunu anladım. Devlet Tiyatroları’nın yönetmeni, oyuncusu, Garaj İstanbul’un kurucusu vegenel sanat yönetmeni dostum… Konservatuardaki bitirme tezi, Prometheus ile ilk tasarımımı gerçekleştirdim. Benim bütün algımı değiştirdi. Anlamak ve niye hoşuma gitmediğini anlattı bana o oyun… Demek ki ben aydınlanmış olan bir oyundan haz etmiyormuşum.
Prometheus da zaten bilmek, bilgi, bilgiyi başkasına vermek, ateş ve ışık üstüne bir oyun…
O oyunda Prometheus’u oynayan Payidar Tüfekçioğlu’nu kaybettik. Bizim için büyük bir acı oldu. Tiyatro ile karşılaşmam kısmet, şanssa evet ben çok şanslıyım. O dönem bir sürü iş teklifi vardı ama ben tiyatroda kalmayı seçtim. Benim için sahnede; oyunun, oyuncunun, objenin, sahnenin aydınlanmış tarafı değil, gölgede kalan tarafı beni ilgilendirdi. Karanlık değil, gölgede kalan taraf. O kısım anlamlandırılmalı, diye düşündüm. O taraftan hangi anlam çıkarılmalı diye düşündüm. Becerilmemiş bir gölgeden bahsetmiyorum.
KOLTUK SAYISI KADAR İNSANI DÜŞÜNMEK ZORUNDAYIM
Bilinçli olarak tercih edilen bir gölge?
Seçilmiş bir gölgeden bahsediyorum. Bazı oyunlar çok karanlık… Buna gölge tasarımı dememeliyiz çünkü bu bir hata. Ben bir ışık, oyuncu, obje ya da sahneye bir açıdan bir ışık gönderiyorsam o ışığın, kullandığım spotun değerini, açısını bilmek lazım. O rengi neden kullandığınızın felsefesini bilmek lazım. Derece, psikolojik olarak neyi veriyor, onu bilmek lazım. Bizler yaptığımız işi sanatsal ve matematiksel olarak ispat etmek zorundayız. “Yaptım, oldu” diye bir şey mümkün değil. Biz bunun altını doldurmak zorundayız. Sanat kuramcıları ya da sanatçılar özgür ama kendini bilmezlik derecesinde olmamalı bu özgürlük. Gelen izleyiciye sorumluluğum var… Yıllar önceki bir röportajda “Sinema ve tiyatro farkı nedir, sinemada çalıştınız mı?” diye sorulmuştu. Tolstoy’a demişler ki “Üstad sinema diye bir şey çıktı. Tiyatroyu ne derece etkiler”? O da demiş ki: “Bence bir şey olmaz. Sinema bir uçaktır, tiyatro bir kuştur. Sinema teknoloji ile tiyatro doğalığıyla uçar ama ikisi de uçar”. Sinemada bir kamera var ama tiyatroda koltuk sayısı kadar kamera var. Koltuk sayısı kadar insanı düşünmek zorundayım. Meslek arkadaşlarımın bilmesi gereken: renklerin kodları var, ifade ettikleri psikolojik ifadeler. Örneğin kırmızı rengin ateş, ölüm gibi… Renkler de nota ayarında olması lazım. Sıfırdan yüz dereceye çıkınca sekiz notalık bir gam ile o ışık bana neyi ifade ediyor, göz bebeğim ne kadar büyüyor, neyi görebiliyorsun… Bir deneyde görünmeyen bir şeyin anlaşılmadığı ortaya çıkmış. On derece ile elli derece arasında bir fark var. Ustalar farsta ışıkları parlak yap derdi. Çünkü komedi… İnsanlar bir şey düşünmeden gülsünler diye. Ama ben bunu böyle yapmak istemedim, komedinin de kendi içinde bir ışıksal değerleri vardır. Tiyatro benim için neredeyse vazgeçilmez, kesiştiği noktanın da Prometheus ile olması; ateşi çalan biri ile yoldaş olmak da onur verici bir şey…
VE ÖDÜLLER
Mesleki olarak sizin çalıştığınız alana bakış nasıl? Bir oyunda ışık tasarımının önemi nedir?
Bunu geçen hafta derste de söyledim. İzmir Folkart Akademi’de ders veriyoruz yirmi hoca ile: Volkan Severcan, Birol Tombul, Oktay Keresteci, Yeşim Alıç… İki grup öğrencimiz var, workshop grubu 15-70 yaş arası ve “özel sınıf” dediğimiz konservatuar ayarında eğitim alanlar… Makyaj, kostüm, bale, ışık dersleri alıyorlar… Bırakalım tiyatro seyircisini, evdeki teyzeden bahsedelim. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma özelliğine sahip bir toplumuz. Evdeki teyze bir dizi izliyor. Dizideki oyuncuyu kendince iyi ayırıyor, güzel ağlıyor vs. Dekordan anlıyor; manzaraya bakıyor, güzel ev, havuz başı. Kostümden de anlıyor, kadına elbise yakışmıştır. Müziği de. Ama benim işimle ilgili bir not veremiyor. Çünkü bilgisi yok. Doğal yaşamın ışıkla başlayacağını bilmiyor. Tanrı Dünya’yı 7 günde yaratmış sonra “önce ışık” demiş. Işık felsefesinde de bilimsel bir açıklama var: görülebilirliğin beş altın kuralı var: ışık, büyük, yakın, orta, fark. Ama önce ışık. Işığın çok biliniyor olduğunu sanmıyorum. Camiamız, tiyatroya gidenler fark eder. Işık sanat olarak kabul edildikten sonra ve ödül kavramı devreye girdikten sonra farklı bir noktaya geldi. Özel tiyatroya ilk ışık tasarımını götüren kişiyim dersem hiç abartmamış olurum. Onun da müsebbibi Nedim Saban’dır. Amerika’dan döndükten sonra burada bir tiyatro kurdu ve o yıl ben ışık tasarım ödülü almıştım. İlk defa ödül kategorisi oluştu. Yıldız Saray Tiyatrosu’nda Oresteia ile bütün algıları yıkmıştım ve Avni Dilligil ödülünü aldım. Afife Jale’den aldım… Tiyatro Tiyatro dergisinin İsmet Küntay ödüllerinde ilklerdenim.
İNSANLAR IŞIK TASARIMCILARININ FARKINA VARDI
Sizin takip ettiğiniz ışık tasarımcılar var mı, aklınıza ilk gelenler kimler?
Devlet Tiyatroları’nda meslektaşım Yakup Çartık vardır. Cem Yılmazer’i atlamamak lazım, başarılı ve modern. Benim öğrencim Alev Topal var, çok başa bela bir tasarımcı olarak gelecek. Demek ki bir yol açılmış, insanlar ışık tasarımının farkına vardı, seyirci de vardı. İyi tasarım yapılmış bir oyunu izleyen seyirci daha keyif alıyor gibi geliyor bana. Adolphe Appia şöyle demiş: “Işık bir iyilik perisidir”. Işığın oyunda müzik gibi kullanılmasından yana.
Işık tasarımı yapmadan önce bir yönetmen gibi o metni etüt etmek gerekiyor sanırım. Aşamaları neler?
Kurumsal tiyatrolarda ve özel tiyatrolarda bana bir proje geldiğinde yönetmenin ilk toplantısı, ilk tanışma ya da ilk okuma provasına katılırım. Hem ekibi tanımak hem de yönetmenin fikirlerini almak adına. Metni zaten okumuş olarak gidiyorum. İlk okuduğumda kitap gibi okurum, oyunu tanımak için. Beni ilgilendiren yönetmenin düşünceleridir, onun fikri ile yola çıkarım. Bu da yetmez: provaların ilerleyen süresinde kendimi geliştiririm. Yöneten kendi fikrini belirttikten sonra: kostüm, müzik, dans, dekor tasarımcıları işine başlarlar. Başlamalılar da zaten çünkü süreç onu gerektirir. Ama biz ışık tasarımcılarının hem bir lüksü hem de handikapdır: geç başlarız. Herkes başlayıp işini bitirir siz daha yoksunuz.
Siz de çok fazla oyun okuyorsunuz. Sizin en sevdiğiniz oyun metni hangisi?
Baba Sahne’de Kanlı Komedya Caligula. Gerçekten içinde olmayı çok benimseyip sevdiğim oyunlardan bir tanesi. Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda Hakan Meriçliler’in oynayıp Yurdaer Okur’un yönettiği Ben Feurbach metni. Ve daha geçen hafta Bahar Noktası’nı çalıştım, Can Yücel çevirisi ile, müthiş bir tekst. Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’nda çalıştığımız Kobay.
BU İŞİ YAPMAK İSTEYENLER BOL BOL OKUSUNLAR
Bu alanda çalışmak isteyen ya da çalışanlar için bir öneri verseniz bu ne olur?
Işık tasarımı mesleği ayrı, ışık operatörlüğü ayrı bir meslek… Işık operatörlüğü yapan kişiler de çok tutuldular. İyi de kazanıyorlar. İstanbul’da 300-500 oyun perde açıyor. Hepsinin bir ışık tasarımcı ya da operatöre ihtiyacı var. Her oyun grubu tasarımcı ile çalışmayabilir, gerekli olmayabilir. Bunu atlamayayım: ben de tasarımcı olmadan önce, Devlet Tiyatroları’nın dışında bir alan bulamadığımda Gazenfer Özcan, Ali Poyrazoğlu, Enis Fosforoğlu gibi tiyatrolara gidip “oyunlarınızı tasarımlayayım” diyordum. Bana “niye ki?” diye soruyorlardı. Nerede yansın, nerede sönsün, diyordum… Belki ben de tam anlatamıyordum. “Ne gerek var ki biz yakıyoruz başta, bitince kapatıp çıkıyoruz boşver evladım bozmayalım bunları” diyorlardı. Ama şimdi tasarım çok önemli bir hale geldi. Benim meslektaşım olacak, bu işi yapacak olan insanlar kesinlikle çok oyun izlesinler, okusunlar, alınabilecek kurslar var. Beni bulsunlar, bulunduğum yerde imkan varsa gelip tanışsınlar, konuşsunlar. Okullarına davet etsinler, üniversitelere zaten gidiyorum. Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Bursa Uludağ Üniversitesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi, İzmir Dokuz Eylül… Şimdi İstanbul Yeditepe Üniversitesi’nde belki bir ders vereceğim. Buralarda bulabilirler beni. Bu iş çok keyifli, çok güzel bir meslek. Benzeri yok. Geleceğin en parlak mesleklerinden bir tanesi.
Sizin için aklınızda kalan en biricik olanı hangisiydi?
Ali Poyrazoğlu’ndan hemen bahsedeyim: Kobay. Çok başarılı bir tasarımdı. Oyunculuklar, tasarım, dekor, reji… Sezonun tüm ödüllerini almıştı. Devlet Tiyatroları’nda Sokrates’in Son Gecesi, diye bir oyun çalıştım. Kanlı Komedya’yı da söyleyebilirim. Bu oyunlar benim göz bebeklerim.
Röportaj: Ezgi Gizem Gülümser