Umut, sen nelere kadirsin!

Taşıdığı yoğun doğa sevgisi ve farklı kültürlere olan ilgisiyle bilinen, genç kuşak yazarlarımızdan Özgür Balpınar’ın son kitabı Dünyayı Sırtında Taşıyan Balık, 2020 yılının son ayında Timaş Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Kitabın çıkış tarihine bakınca, yazarın: “Çok yoruldunuz ve yıprandınız… Durun, ben size umut tohumlarının atıldığı topraklarda yetişen bir ağaç gölgesi bulayım da dinlenin,” dediğini duyar gibi oluyorum. Hakikaten çok yorulduk ve hakikaten ihtiyacımız olan ağaç, tohumundan umudun hiç eksik olmadığı ağaçtan başkası değil…

Yazdığı her kitapta, okurunu farklı ülkelere götüren Özgür Balpınar’ın bu kitaptaki kültür durağı Tebriz. Yazar, İran – Irak savaşının tam ortasında, Irak’a uzak bir noktada olan Tebriz’in savaştan nasıl ve ne ölçüde etkilendiğini, sokakta yaşayan bir grup çocuk arasındaki dostluk ilişkisiyle harmanlayarak sunuyor bize. Diğer kitaplarında olduğu gibi, Özgür Balpınar’ın yalın ama aynı zamanda şiirsel olmaktan kaçmayan dili, bu kitapta da tüm duyguların derinimize işlemesini sağlıyor.

Kitap, İran’da kutsal sayılan (yılın en uzun gecesi – 21 Aralık), Çille gecesiyle başlıyor. Bolluk bereket dilekleriyle donatılan sofraların kurulduğu ve sözlü gelenek ürünleriyle zenginleştirilen bu gecede, Tebriz halkı, türlü ikramlar ve hediyelerle birbirlerinin gönlünü hoş ediyorlar. Lezzetli yemeklerle dolu sofralardan nasibini almak isteyen sokak çocukları da oradalar elbette. Fakat o gece orada olan, yalnızca neşe içinde yemeklerini yiyen Tebriz halkı ve fırsattan istifade karınlarını doyuran Emir ve kendisi gibi sokakta yaşayan onlarca arkadaşı değil… Emir ve arkadaşlarının bir anda korkuya kapılıp çil yavrusu gibi etrafa dağılmalarına sebep olan askerler de oradalar. Peki bir aileleri olmadığı gibi kendilerine ait nüfus cüzdanları da olmayan, hayatları boyunca okula gitmemiş; yaşlarını okula giden çocuklara bakıp ancak tahmin edebilen bu çocuklar, askerlerden neden kaçıyor? Özgür Balpınar, savaşın hüküm sürdüğü bu coğrafyada, buna benzer tüm soruların cevaplarını, okurlarının ruhunu zedelemeden ama gerçeklikten de uzak olmayan bir dille veriyor bize. Öyle ki hem çaresizlik ve korkuyla bir koşturmacanın içinde buluyorsunuz kendinizi hem de iyi bir şeyin ne zaman olacağını düşünür, daha doğrusu beklerken…

O da tıpkı benim gibi yalnızdı. Kendi küçük dünyasını oluşturan fanusunda tek başına yüzüyordu. Camekândaki diğer balıklardan ayrı tutulma sebebi belki de yaşama sevinciydi. Beni arkadaşlarımdan ayıran sebep ne ise onu da diğer balıklardan ayıran sebep oydu. Kırmızı balık ve ben dışlanmıştık. Yalnızdık. Ancak dışlanmış olsak bile yaşama sevincimizi kaybetmeye hiç mi hiç niyetimiz yoktu.”

Emir, o gece askerlerden kaçarken Fatihavand Sokağı’na giriyor ve çeşit çeşit hayvanların satıldığı bir dükkânın önünde buluyor kendini. Orada, daha sonra ona sahip olmak için var gücüyle çabalayacağı, kırmızı akvaryum balığıyla karşılaşıyor. Sanki tüm sokak ve dükkânın içindeki tüm hayvanlar derin bir uykuya dalmış da bir tek o balık ve Emir, buluşmak için sözleşmiş gibi buluyorlar birbirlerini… Balıkla arasında benzerlikler bulması uzun sürmüyor Emir’in. İşte bu buluşma, onun yüreğine düşen ilk umut tohumu oluyor.

Sokağın yetiştirdiği çocukların yaşam koşullarına şahit olurken, arkadaşları ve Emir arasındaki farklılıkları da görüyoruz. Aralarındaki temel fark, doğru – yanlış ayrımı konusundaki fikirleri. Arkadaşları için dilenmek, hırsızlık yapmak ya da aç gözlü davranmak normal ve kendilerine hak gördükleri şeyler olsa da Emir için durum farklı. O, doğaya hiç zarar vermeden, çalışarak para kazanmak istiyor. Bununla birlikte, arkadaşlarının aksine küçük şeylerle mutlu olabiliyor. Arkadaşları tarafından kabul görmeme ve kendisini kırmızı akvaryum balığı kadar yalnız hissetme sebebi de bu. Yazar, birbirine aile gibi sahip çıkan çocuklar arasındaki akran zorbalığını da oldukça gerçekçi bir şekilde yansıtıyor bize.

Çocuklardan oluşan bir ordu neyin savaşını verebilirdi ki; olsa olsa sevginin, paylaşmanın veya yaşama sevincinin amansız savaşçısı olabilirdi çocuklar. Ve bu savaş topla tüfekle değil, şefkatle ve hoşgörüyle mümkün olabilirdi.”

Emir, yıllardır birlikte olduğu, ailesi bildiği arkadaşlarından, doğru olduğuna inandığı yolda ilerlemek için ayrılmayı başarıyor olsa da askerlere yakalanıp kendini savaşın ortasında bulması çok sürmüyor. Kendini bildi bileli kulakları iyi işitmeyen Emir, yaka paça alındığı askerde neler yaşayabileceğini, tıpkı on beş yaşında olduğunu tahmin ettiği gibi, tahmin edebiliyor ancak. İçinde korkudan donmuş umudu, uzun bir yolculuğa çıkıyor. Orada onu tahmininin ötesinde manzaralar bekliyor. Ama Emir, her koşulda, içindeki güzellikleri yeşertebilen bir çocuk olduğundan, orada da tutunabileceği güzellikler bulmayı başarıyor.

Majid Ağa şimdi yanımda olsaydı acaba nasıl bir akıl verirdi? ‘Kuşun ölümüne üzülüp durmak yerine başka kuşları kurtarabilmeyi düşün,’ demişti.”

Aklında Majid Ağa’nın öğretileri ve kırmızı akvaryum balığıyla bu yolculuğun finalinde, Emir’in, insanları ve doğayı çok sevmekle kalmayıp onlar için nasıl mücadele ettiğine şahit oluyoruz. Yazar, birlik olma duygusunun ve çoğalmanın, şartlar ne olursa olsun, zorbalıkla değil de sevgiyle gerçekleşebileceğini hepimize ustalıkla gösteriyor.

Dünyayı Sırtında Taşıyan Balık, yüzünü biraz yetişkinliğe dönen çocuklarla, yüzünü biraz çocukluğa dönen yetişkinlerin buluşma noktası olabilecek nitelikte yazılmış incelikli bir eser.

Haydi, hepimiz aklımızın denizlerinde bir balık yüzdürelim!

Müjde B. Yaldız