“Okuyacaklarınız tamamı kurgudur, Arthur Rimbaud hariç…”
“Karanlık bir odayı aydınlatan kişi benim gözümde sanatçıdır. 1970 Dünya Kupası Finali’nde Pele’nin Carlos Alberto’ya verdiği pasla, ipleri kuleden kuleye geren, pencereden pencereye çiçek bezeyen genç Rimbaud’nun şiiri arasında asla ve asla bir fark görmedim. Her ikisi de bize dokunup sonsuzluğu hissettiren iki insanın estetik ve güzelliği çırılçıplak izahıdır.”
Eric Cantona
Kısa Bir Açıklama
1900’lerin sonunda Etiyopya’ya yaptığım araştırma gezisinde biriyle tanıştım. Konuşmalarımız sayesinde hakkımda az çok bilgi edindi, yayıncı olduğumu ve kimi Fransız şairlerin izini sürdüğümü anlattığımda adından asla bahsetmemem şartıyla bana bir denizcinin günlüklerini okutacağını söyledi. Önce yadırgadım, bir denizcinin günlüğünden bana neydi? Ve bu adamın ismini niçin gizli tutmak zorundaydım? 1800’lerde Habeşistan’ın köle ve silah ticaretinde önemli bir merkez olduğunu hatırladığımda, aklıma bir şairin ismi çoktan düşüvermişti. Fakat ihtiyatlı davrandım, eğer soracaklarıma tatmin edici cevaplar verecekse bu günlük gerçekten önemli olabilirdi.
-Peki ama isimleri vermezsem, insanlar bu günlüğün doğruluğuna nasıl inanır?
-Boşver, onlar hiçbir şeye inanmıyorlar kardeşim.
-Öyleyse ben niye inanayım?
-Ağabeyim iç savaşta öldü. Bunun gerçek olduğuna inanıyor musun?
-Sanırım, şey üzgünüm, evet inanıyorum.
-Dinle o zaman; tarihe geçmiş iki kelime var, biri ütopya diğeri bu ülke; Etiyopya. Sen ve bütün beyazlar daha iyi, çok daha iyi bilir. Yalanlarınız inandığınız ölçüde gerçek, gerçekleriniz görmezden geldiğiniz kadar yalandır bu hayatta, değil mi?
Hiçbir şey diyemedim ve hemen bu günlükleri okumak istedim, ertesi gün elimdeydiler. Şimdi size o günlüklerden kısa bir kesit sunuyorum, günlükteki deniz terimlerini mümkün olduğunca anlaşılır hale getirmeye ve adı geçen kişileri örtbas etmeye çalışacağım fakat olayların gidişatı ve tüm cümleler işte çırılçıplak önünüzde uzanıyor olacak.
…
234. Gün
Limassol Limanı’ndan bugün ayrıldık. Yeniler geldi. İki erkek, biri yaşlıca bir herif diğeri en çok yirmi beşlerinde esmer tenli, hafif sarı sakallı bir genç. Larnaka yakınlarında bir taş ocağında şantiye şefliği yapmış ve başka işlerde de. Aslında daha önce hakkında duyduklarım olmuştu. Bir gece tayfadan birkaç kişi Limassol’dan hakkında silah kaçaklığı, esir tüccarlığı yaptığına dair söylentiler olan bir genci alacağımızı söylemişti. Bugün gemiye bindi, bir kolu hafif aksıyor, belki bir kurşun yarası ya da kesik var. Tam olarak anlayamadım; ne yarasını ne de kendisini…
238. Gün
Adının Jean Nicholas Arthur Rimbaud olduğunu söyleyen genç adam, iki üç gündür bizimle iyice haşır neşir olmaya başladı. Tayfadan diğer birkaç kişi gibi ben de sohbetini merakla dinliyorum, insanı meraka düşüren bir tavrı var. Sanki birden garip bir şey söyleyecekmiş gibi. Yabancılara, özellikle götü kalkık tüccarlara alışığız ve onlara nasıl davranılacağını iyi biliriz ama bu çocuk hiç de öyle değil. Kadınlardan laf açıldığında pek bize katılmıyor, belki hiç sevişmemiş hayatında belki de sevişmeyi hepimizden iyi biliyor. Bu konuda da endişeliyim. 1854’te, Fransa Ardenler bölgesinde doğduğunu, subay çocuğu olduğunu fakat sekiz yaşındayken babasının evi terk ettiğini söyledi. Bize Latince kelimeler öğretiyor, belli ki iyi öğrenim görmüş ama durup eklemeden edemiyor;
‘Latince’ye, Grekçe’ye ihtiyacımız yok! İnsan bunları bilince başarılı olup mevki sahibi edinirmiş, ben başarı istemiyorum. Mevkide gözüm olmadı hiçbir zaman, hep bir mirasyedi olmak istedim! Fakat olamadım, görüyorsunuz kardeşler, ben Latince’yi harika konuşan başarısız bir mirasyediyim ve yanınızda, bu güvertede durup sarhoş oluyorum.’
Kimi zaman böyle vaazlar verirken kimi zaman da sessiz sedasız, bordaya kollarını dayayıp denizi dinliyor. Bir noktasını çözdüm sayılır, onunla en iyi geceleri konuşuluyor.
239. Gün
Bugün kuvvetli bir poyraza yakalandık, kanal açıklarında güverteyi döven rüzgar sanki ıslak ağzından salyalarını akıta akıta üstümüze çullanmıştı. Deniz uslanana kadar demir atmak zorundayız ve bir iki günümüz burada geçebilir. Gece Rimbaud bir iki şiir okudu, önce içkiyle gelen duygusal bir hezeyan sandık fakat okudukları şiirle ilgilenmeyen beni bile heyecanlandırdı. Israr ettik ve anladık; bu bizim genç, tutarsız delikanlı Fransa’da şairlik etmiş ve edebiyat sorulunca ‘artık düşünmek istemiyorum onu’ diye cevap verdi. Sanki bir şeylere dargın ya da isyanlı gibi. Belki de kolundaki şu yara… Düşünmek istemediği edebiyatla kolundaki henüz yok olmamış yara izi, bir ihanetin kesişim noktası sanki.[1] Bir şiiri beni o kadar etkiledi ki bir kısmını buraya not almalıyım, unutmamak için;
…
Şöyle bir baktı papaz bekleyen kurbanlara;
Kimi işçi çocuğu, kimi zengin çocuğu,
Kaçın kurası papaz, elbette bula bula
Bir bekçinin zavallı, yoksul kızını buldu:
“Tanrı bu kızı uygun gördü Büyük Gün için
“Rahmetini kar gibi yağdıracak alnına.”[2]
245. Gün
Rimbaud’yla tanıştığımdan beri sanki günlüğüm önem kazandı. Bir gün, bir edebiyat tarihçisi yazdıklarımı okuyacakmış gibi bir hisse kapılıyorum. Eğer böyle olacaksa, kendinden sürekli bir ‘kâhin’ olarak bahseden bu adamın tüm hayatı iyice araştırılacak, yazdığı kitaplar –bilmem var mı?- incelenecek ve hakkındaki tüm didaktik bilgilere ulaşılacak demektir. O yüzden ben kendimde lüzumsuz bir sorumluluk hissediyorum; onun bilinmeyen yönlerini yazmalıyım. Gemideki kürek mahkumlarına takdirle baktığını söyledi bugün, çocukluğundan beri yola gelmez kürek mahkumlarının o aykırılığına hayran olduğunu ve hayata hep onların imgelemiyle baktığını söyledi. Şimdiye kadar edindiğim ahlak inancıma göre ters düşen cümleleri de olmuyor değil, bazen çıkıp “kahrolsun tanrı” diyebilecek kadar cüretkar olurken bazen de “üstünlüğümü sağlayan tek şey kalbimin olmamasıdır” gibi anlaşılmaz sözler ediyor. Bu çocuğu bazen anlayamıyorum ama uzun yollardaki tecrübelerim bana bir şeyi çok iyi öğretti; bir adamın inanarak söylediği bir cümleyi etrafındaki kimse anlamıyorsa, bu söz ya yüce bir öğretidir ya da deli saçması… Rimbaud için hangisi, bilmiyorum. Şayet tüm söyledikleri deli saçmasıysa, 19. yüzyılın bir esrik kulu olarak ben bu tür sözler şimdiye dek hiç duymamış olduğum halde bu adamın laflarına bu kadar çabuk kapıldıysam ondan daha akılsız olduğum hayli gerçek. Ve bu yüzden, bu günceyi başkaları okuyacaksa adım unutulsun, ismimdeki hiçbir harf asla anılmasın. Çünkü korkuyorum, horoz öterken kendimi Petrus’a[3] dönüşmüş olarak görmekten korkuyorum. Fakat yazmaya devam edeceğim… Rimbaud’yu…
246. Gün
Hakkında “silah kaçakçısı, köle tüccarı” gibi söylentilerin çıktığını yazmıştım. Aramızdaki gelişen muhabbete de güvenerek kendisine bu konuyu sorduğumda gülümsedi ve silah ticareti yaptığını doğruladı ama kaçakçılıkla asla ilişkisi olmadığını söyledi. Köle ticaretine gelince… Bu söylentinin nereden çıktığını biliyormuş[4] fakat anlatmadı. Sadece gülümsedi, ciddiye bile almadı. Canını sıkan bir şey sorduğumdan olsa gerek, konuyu şiire getirmek istedim, bir iki şey söyledikten sonra kapadığı edebiyat defterinin hala aralık kaldığını anladım. Bana öğütler vermeye başladı; kendi varlığını bütünüyle tanı, kendi ruhunu ara dostum, dedi bana. ‘Onu sına, zorla, öğren. Kendi ruhunu tanıdığın andan itibaren onu geliştirmek zorundasın. Başta bu kolay bir şeymiş gibi görünür; her beyinde doğal bir gelişim olur; nice bencil kendini yazar diye ilan eder; niceleri de vardır ki düşünsel gelişimlerini kendilerine mal ederler! Ama ruhu ürkünçleştirir söz konusu olan… Kâhin olmak, kâhine dönüşmek gerekir diyorum.”
Lafını böldüm ve bahsettiği şu kâhin sözcüğünün ne anlama geldiğini sordum. ‘Anlatsam da pek anlaşılmaz kardeşim, ben de anlatmayı pek beceremem. Bütün duyuların karıştırılmasıyla, düzenlerinin bozulmasıyla bilinmeze ulaşmak… Acılar çok büyük, ama güçlü olmak, şair doğmak gerek ve kendimi şair olarak görüyorum…’ dedikten sonra sustu ve piposuna tütün koyup yanımdan uzaklaştı.
261. Gün
Neredeyse 15 gündür Rimbaud’dan pek bahsetmedim. Sebebine gelince, onu daha iyi tanımaya ayırdım bu zamanı. Böylelikle gerçekten ‘kim’ olduğunu daha doğruca yazabilecektim. Açıkçası kafam iyice karıştı ama üstünkörü bir portre çizimi yapmak istiyorum, yüce tanrı beni bağışlasın;
- Gitme isteği. Her zaman, neredeyse istisnasız her gün kaçmaktan bahsediyor. Babasız büyümüş olması ve anne otoritesine karşı uzak duruşu belki de onu bir göçebe yapmış olabilir. Gemide bile, kendi yaşıtlarıyla asla konuşmazken beni, 58 yaşında olan yaşlı bir denizciyi kendine arkadaş seçti.
- Kadınlardan kimi zaman güzel bir varlıkmış gibi bahsederken bazen de onlarla arasında hiçbir bağ yokmuş gibi davranıyor. Bu konuda ona hiçbir şey sormadım ve sormayı da düşünmüyorum. Çünkü bu Fransızlar ya çok kaba oluyorlar ya da çok kırılgan. O yüzden bu tespiti muallakta bırakmak en iyisi…
- Yalnızlık ve isyankarlık. Yakın zamanda anlattığına göre, bir dönemden sonra evinden kaçmaya başlamış. Paris’ten Belçika’ya yürüyerek gitmiş ve trende biletsiz yolculuk ettiği için hapse atılmış, duvarlara –şu geçenlerde aklımı kurcalayan- “Kahrolsun Tanrı!” diye yazmış ve saatini, giysilerini satarak evden kaçmış… Tüm bunları yapan bu genç adam, Latince’yi ana dili gibi konuşuyor, adını bile duymadığımız yazarlardan bahsediyor bize. Hem bu kadar çalışkan ve zeki hem de bir meczup gibi davranan biri… Kendi kıt aklımca şöyle bir çıkarımda bulunuyorum günlerdir bu çocuğun ikilemli karakterine ilişkin; annesinin ona iyi bir eğitim verme isteğiyle oluşturduğu baskıya karşı çıkış, bir başkaldırış! İşte sanırım, Rimbaud’yu bu güverteye savuran şey tüm insanlığın muzdarip olduğu aynı dert; anne figürü…
Tekrarlıyorum; eğer yazdıklarım bir gün okunursa ve bir küstahlık yapıyorsam tarih beni affetsin. Affetmese de umurumda değil. Çünkü ben bir şairi böyle tanıdım.
262. Gün
Yolculuğun son günlerindeyiz. Yaklaşık 15 gündür oluşturduğumuz bir grupla, geceleri içip şiirler okuyoruz. Şimdiye kadar ağzından tek bir güzel kelime duymadığım arkadaşlar bile efsunlu dizeler mırıldanıp duruyorlar her gece. Bu gece, yanıma bir kalem ve kağıt aldım. Çünkü gemi karaya vardığında, biz; bu geminin tahtaları kadar yolculuğa göçmüş tayfa, yine uzun yollara gideceğiz. Kaderimiz bu. Ama sanırım, şiiri özleyeceğiz. Özellikle bu romantik adamın bize anlattıkları ve okuduğu şiirler, bizi birer deniz mahkumu olmaktan çıkarıp yaptığımız işe ilk defa saygı ve sevgiyle sarılmamızı sağladı. Şiire ne zaman başladığını sorduğumda, ilk şiirlerini 13-14 yaşlarında yazdığını fakat asıl ciddiye alınabilecek şeyleri 16-17 yaşlarındayken yazdığını söylemişti. Bu yaşlar bu tür şeyler için bana çok erken gelmişti. Ben 16 yaşımdayken tarlalarla amelelik yapan, bir gemi bulup sürekli bir işe sığınmayı umut eden ve neredeyse hiç kitap okumamış bir delikanlıydım. Fransa’da doğması, gençliğinin –ki hala genç ve bana kalırsa hep genç kalacak- yoğun sanatsal ortamda geçmiş olması onun bana karşı bir avantajı mıydı? Sanmıyorum, çünkü isteyen her zaman bulur. Galiba benim ve benim gibilerin bir tür ‘isteme’ sorunu var. Hatırlıyorum, ne zaman karşımda bir şeyler okuyan birini görsem kendime karşı bahanem hep aynı olurdu; nereden bulacağım güzel bir kitabı? Öyleyse en güzeli aylaklık etmekti, ya da tam tabiriyle; boş vermekti. Şimdi iyice anlıyorum, benim bu boşvermişliğim çok daha güzel bir şekilde tezahür edebilirdi, bu adam gibi ben de tüm sıkıntımı dökebilirdim, şimdi tüm bu saçma hayatımı yazdığım deftere. Ama ben, hani olur ya, gireceği yolu en başta kaybedenlerdenim. Açık denize giden yolu seçtim, bu yüzden zor ama bereketli patikalardan asla geçemedim. Geçemeyeceğim de…
263. Gün
Bugün onunla daha önce hiç konuşmadığımız şeyleri konuştuk. Şu yaşımda böylesi narin bir gençle bu kadar muhabbet ediyor oluşum kimilerinin gözüne batıyor, yanlış şeyler düşünüyor olabilirler, ki bakışlarından bunları seziyorum. Ama umurumda mı artık?
Başına gelen büyük bir fırtınayı bana anlatırken, “Tanrı korusun” deyiverdim. Gülümsedi ve “Tanrı mı?” diye cevap verdi. Evet dedim, tanrı ve melekleri… Birini gördüğünden bahsetti. Söylediğine göre, bir gün bir şiir yazarken Gabriel[5] Rimbaud’nun ziyaretine gelmiş. Ağzımı bile açamadan bir şey daha söyledi bana, belki de ne söyleyeceğimi bildiğinden beni konuşturmadı. Adını pek anmasam da, babam, Kuran’ı Fransızca’ya ilk çeviren adamdır, dedi. Ve devam etti; “Ama ben Müslüman olmadım kardeşim, çünkü ben eşcinselim.”
Bana bunları durup dururken söylemesinin sebebini şimdi anlıyorum, beni korkularımla yüzleştirmek istemişti. Doğduğum andan beri, neredeyse adam akıllı hiç sorgulayamadığım dinim, ailem, toplumum, ülkem hatta yaşadığım dünya benim için bir seçim değil, bir dayatmaydı. Ne zaman bir tercih yapmak istediysem hep kaçtım, kolay olanı tercih ettim çünkü hayat zorlanmaya gelmemeliydi. Defalarca doğuyor olsak da, her doğum kendinden mesuldü, hiçbir şey geriye alınamazdı. Öyleydi, fakat bunca yıldır benliğimi ayakta tutan hayat felsefem –olmayan hayatım ve felsefem mi desem?- bu hayat çömezi adamın karşısında yerle yeksan olmuştu. Ona bir cevap vermedim. Ama ikimiz de, bu cevapsızlığımın bir yenilgi olduğunu çoktan fark etmiştik.
267. Gün
Tanrım! Ve korkulan başa geldi! Kendimden iğreniyorum hem de nasıl bir iğrenme! Usturamın çizik yüzeyinde yüzümü görmeye dayanamıyorum iki gündür! Olan oldu! Demek ki yüzüme kuşkuyla bakan gözler haklıymış, ben bir canavarmışım! Bana sadece samimiyetle yaklaşan bu çocuğu öpmeye yeltendim… Nasıl oldu bilmiyorum, bunları yazarken kalem sanki kağıdı delecekmiş gibi defterin ortasına saplanıp kalıyor. Hem ondan, hem herkesten hem de kendimden tiksiniyorum! Meğer ben bir oğlancıymışım!
. . . . . . . . . . . . . . . [6] Kendime bir şeyler yapmalıyım, görüntümü, varlığımı yok etmeliyim. Çünkü ben bu dünyaya zararlı gelmiş biriyim, artık çok iyi anladım bunu. Yoksa sadece sarhoşluktan doğan bir şey miydi o rezil tavrım? Hayır! Basbaya bu çocuğa garip duygular hissettim. Ama onu oğlum gibi görmüş olamaz mıyım? Hayır! Hangi baba oğluna böyle yaklaşır? Öyle olduğunu varsaysam bile bu daha büyük bir utanç. Bu yaşlı adamın da sonu böyle olacakmış, demeliyim kendime ve bu sonuca katlanmalıyım. Fakat yapamam, bu utançla bir gün daha sürünemem hayatta. Bu yaşlı adamın da sonu böyle olacakmış, ölmeliyim. Rimbaud –adını son kez anıyorum, bir daha asla!- iki gün sonra bu gemiden ayrılacak ama bu benim için neyi değiştirir? Mutlak sonumu kendi dudaklarımla çizdim ben! Elveda iyi huylu şairler, elveda bütün mayhoş geceler…
Merhaba derin sular, merhaba derin sular.
Onun bu utanç dolu aşkıma verdiği karşılık gibi; aeternum vale![7]
Gidiş
Görüldü yeteriyle. Görüntü var oldu bütün hallerde.
Edinildi yeteriyle. Kentlerin uğultuları, akşam ve güneşte ve her zaman.
Tanındı yeteriyle. Yaşamın durakları. –Ey Uğultular ve Görüntüler!
Gidiş yeni şefkat ve yeni gürültünün içinde.
Son bölüme verdiğim isimle aynı adı taşıyan bu şiirinde, Rimbaud belki de kâhinliğini kullanmış, bizim şu yaşlı denizci için.
Denizcinin günlükleri burada kesiliyor ve 267. günden sonra defterine tek kelime dahi yazmamış. Kendini öldürüp öldürmediğini bilemiyoruz, bana bu belgeleri veren yardımsever ve bir o kadar da ketum olan Etiyopyalı arkadaşım Tanrı üstüne yemin etti, yaşlı adamın akıbeti üzerine hiçbir şey bilmediğine dair. İnanmadım, ama umurumda olan onun ölüp ölmediği değil, Rimbaud üzerine bu yazdıkları ve bir şairin, cahil adama[8] neler hissettirebileceğiydi. Ve ben, ülkemin önde gelen edebiyat eleştirmenlerinden biri olarak, istediğimi fazlasıyla aldım diyebilirim. Edebiyat çevrelerinde edindiğim saygıyı ne denli hak ettiğimi artık tamamen ispatlayabilirim. Başka da hiçbir şey, şiirler ve yazılar bile umurumda değil açıkçası, Rimbaud dahil…[9]
Macs Beluart
1989, Paris
[1] Günlüğü tutan denizci, fark etmeden tarihsel bir bulguya işaret ediyor; yara ve ihanet konusunda. Rimbaud, önceleri hocası gibi gördüğü Verlaine’le aşk yaşamıştır. Bu eşcinsel ilişkiden dolayı Verlaine ve Rimbaud Fransa’da dışlanır, Almanya ve Belçika seyahatlerine çıkarlar. Verlaine Rimbaud’yu Brüksel’de kolundan vurur ve bir daha görüşmezler.
[2] Sıkı bir Katolik olan bu denizcinin günlüğüne bu dizeleri yazması ilginç. Muhtemelen şiiri yanlış anlamış olabilir, belki bu notu okuyanlar utanç duyuyorlar çünkü onlar da denizci gibi her şiiri yanlış okuyorlardır. Ama sakin olun; bir şiir nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, öylesi doğrudur.
[3] Günlüğü tutan denizci, Havari Petrus’a dönüşmekten yani kutsal bir kelam olan şairi anlatırken ona kötü bir söz söylemekten korkuyor: “Lâkin Petrus ona dedi: Eğer hepsi sürçseler bile ben sürçmem. İsa da ona dedi. Doğrusu sana derim: Bugün, hatta bu gece, horoz iki kere ötmeden önce, sen beni üç kere inkâr edeceksin” (İncil, Markos, 14/27-31; 14/66-69; 14-72) ve İsa’nın söyledikleri gerçekleşir.
[4] Rimbaud’nun bu itham altına itilmesi iş arkadaşı, Kral Menelik’in danışmanı İsviçreli Mühendis Affred Ilg’e yazdığı mektupta “güçlü bir katır ile iki genç köle” istemesinden kaynaklanır. Rimbaud’un istediği ev hizmetlerinde kullanmak üzere iki “uşak”tır. Fakat kimi çok bilgili (!) edebiyat tarihçileri Rimbaud’un bu mektubunu yanlış yorumlayarak kendisinin köle ticareti yaptığını öne sürmüşlerdir. Oysa o dönemde Habeşistan’da Araplar gizli köle ticareti yapmaktadırlar ve Avrupalıların bu pazara girmeleri olanaksızdır. Öte yandan, Rimbaud kızkardeşi Isabelle’e vasiyetinde 10 yılda kazandığı para olan 36.000 frankın 10.000’inin 8 yıldır yanında hizmetkarlığını yapan Camii’ye verilmesini yazar.
[5] Cebrail meleği… Haber ileten, mesaj getiren melek…
[6] Buralar okunmuyor, mürekkep dağılmış ve kendiyle yüzleşen ihtiyar adam belli ki bir histeri krizine kapılmış. Günlüğün şimdiye kadar sıkıcı gelen akışı, bu kısımda hayli eğlenceli oldu benim için, kendimi gülmekten alamadım.
[7] Latince; sonsuza dek elveda. Çevresinde Latince bilen başka biri olmadığını düşünürsek zavallı ihtiyarın bu Latince deyişi Rimbaud’dan öğrendiği çok açık, ki Rimbaud’nun kendisine aşık bu denizciye verdiği cevap da aynı Latince deyim olmuştur, denizcinin yalancısı olursak!
[8] Cahil adam; tüm somut şeylere sıkı sıkıya bağlanmış tipik insan. Kadın bedenlerine, makyajı akmış yüzlere, balmumu çiçeklere ve yemeğe ve suya tapan insan. Yani kısacası tapan insan. Karşıtı için; bknz: asi insan.
[9] Otoritelerin tüm sanat dallarındaki tipik anlayışı. “Beni al ve gerisini yak!” İşte asıl gülünç tablo burada karşıma çıktı, kendilerini her şeyden üstün gören edebi kimseler aslında en kötü şiirden bile daha yerin dibindedirler.
7 Latince; sonsuza dek elveda. Çevresinde Latince bilen başka biri olmadığını düşünürsek zavallı ihtiyarın bu Latince deyişi Rimbaud’dan öğrendiği çok açık, ki Rimbaud’nun kendisine aşık bu denizciye verdiği cevap da aynı Latince deyim olmuştur, denizcinin yalancısı olursak!
8 Cahil adam; tüm somut şeylere sıkı sıkıya bağlanmış tipik insan. Kadın bedenlerine, makyajı akmış yüzlere, balmumu çiçeklere ve yemeğe ve suya tapan insan. Yani kısacası tapan insan. Karşıtı için; bknz: asi insan.
9 Otoritelerin tüm sanat dallarındaki tipik anlayışı. “Beni al ve gerisini yak!” İşte asıl gülünç tablo burada karşıma çıktı, kendilerini her şeyden üstün gören edebi kimseler aslında en kötü şiirden bile daha yerin dibindedirler.
teşekkürler:)