Bebekken geldim kızanım buralara. Dedenleevlendirdiler beni genç yaşımda. Deden rahmetli, benden onbeş yaş büyüktü. Tabi nerden hatırlıcan, daha küçücüktünüz siz. Çok aksi adamdır ama bir fiskesi olmamıştır.
Babamın babaannesi. Çok güzel kadındı. Hiç benzemiyordum ona.
Savaş var tabi o zaman. Gavurlar acır mı adama. Doğruldu. El örmesi yün yeleğinin ufacık cebine daldırdı elini, mavi beyaz çizgili bir mendil çıkarıp burnunu sildi. Kamburu çıkmış, koltuğa yaslandığında başı önde kalıyordu.
Tutup tutup yakarlardı Türk’leri. Acıma yok bu gavurda. Dinsiz imansızlar. İnsan içinden Allah korkusu çekilmesin kızanım.
Masmavi gözleri buğulandı. Kısa bir süre bakıştık. Sesi yaşını yalanlıyor. Gözleri yıllara meydan okuyamamış. Önce yanına yaklaşırsınız, babaanne dersiniz, sesinizden tanır. Sesinizden mutlaka tanır. Ya sonra ne oldu, nasıl geldin buralara, doksan yaşındasın bir kez sormak gelmedi aklıma. Bana sorulunca göçmüşler derdim, Yunan göçmeniyiz biz.Yok yok, yeni değil, eskilerden.
Yemenisini düzeltti. Çenesinin sağına sıkıştırdı açılmasın diye. Yavaşça ayağa kalktı. Vernikleri atmış, ahşap çerçevelerin içinde tahta kurtlarının cıyıltısı duyuluyor. Şeker kabını aldı eline, yanıma geldi.
Al kızanım al. Şeker ye. Bayram şimdi. Yemeden olmaz.
Babaannenin şekerleri. Tek oğlu Mehmet. O da oğluna kendi adını vermiş. Bayramdan bayrama uğrayıp da misafirlere tutsun diye şeker getirmekten başka, bu eve girip çıktığı yoktur. Sokakta görse tanımaz bizi. Kime çekmiş bu adam. Böyle güzel kadından. Hep de kalitesiz şeker, dışı yapış yağış, içi meyve sulu.
Allah’a şükür kızanım, ellerim ayaklarım tutar.Bi bu gözler gitti ama,n’apcan, yaşlandık artık beya. Olcak, o kadar olcak.
Mavi. Babaannenin gözleri, duvarlar. Sıvalar yer yer dökülmüş. Sobanın bağlandığı yer simsiyah, borudan yere kadar akmış. Yine de temiz. Kim temizliyor bu evi. Bu doksan yaşındaki kadın mı.
Anam anlatırdı. Bir keresinde bütün karıları bi yere toplamışlar.Eski bir camide,genci, yaşlısı demeden. Hele bir de küçücük çocuklar varmış…
Sigara içmek geldi içimden. Şimdi burada da olmaz ki. Ellerim terledi.
Ah be yavrum, günah olsa verilmez o kafirlere. Anam o engamede beni kaptığı gibi koşmaya başlamış. Soluğu kesilmiş, yüreği dönmüş ama koşmuş. Bizim köyü aşmış, çalılıkların arasında yaşamış günlerce, kabak çekirdeği yemiş acıkınca.Üç tane derdi o zaman, üç çekirdek ile gün geçermiş. Şimdi bolluk içindeyiz, sütümüz, peynirimiz.
Bir anda ayaklandı. Deri mestlerini kırık marleylerin üzerinde sürte sürte yavaşça yürüdü.Karnın acıkmıştır, sofra kuralım, babanlar da gelir.Mutfağa gitti. Kuru yapmıştım, sobada ısıtıalım da yeriz.
Ellerine baktım, tırnakları hala dipdiri. Parmaklarını üzerinde düzensiz çizgiler. Her biri ayrı yöne bakan, üst üste binmiş. Birlikte yola çıkmışlar da sonradan kavgaya tutuşup ayrılmışlar, yetmedi, birbirlerinin yoluna göz dikmişler gibi.İncecik bilekler ve kolonya kokusu. Bolluk içinde yüzüyoruz şimdi. Yanan maşinka sobaya baktım, üzerinde bir güğüm kaynıyordu. Şofben yoktu evde henüz, tuvalet dışardaydı. Soğuk kış günlerinde, ellerim üşüyecek diye popomu silip yıkamadan kalkardım hemen. Babaanne su kaynatırdı sobada, onu alüminyum kaplara aktarır, taşırdı. Al kızanım al, üşümesin kıçcazınız.
Eşkıyalar basarmış köyleri o zaman. Bilezikleri çalmak için, koparıverirleşmiş karıların bileklerini. Kulak keserlermiş küpeler için. Az anlatmazdı anacığım.
Onu evlatlık vermişler demişti babam. Hem de beş yaşında. Fena değilmiş ailenin durumu. Bir de oğulları varmış. Büyük müyük ama evlendirmişler ikisini sonra. Besleme girdiği evden gelin çıkmış. Çıkmış dediysem, mutfaktan çıkmış, Hasan’ın yattığı odaya girmiş. O ilk yattıkları yatak hala bu kocaman odanın içindeki tek mobilya. Divan adı, gündüz oturulur, akşam yatılır.
Anamın saklandığı yerde, bulmuş bizi o eşkıyalar. Ben acıkmışım da ağlamaya başlamışım, öyle işittilerse gavurun dölleri.
…
“Bre savulun gidin burdan, görmez misin küçücük masum kucağımda.”
Elleri başının üzerinde bir kadın, göğüslerinden süt damlıyor. Kucağındaki bebeği, samanların üzerinde ağlamaktan mosmor kesilmiş. Kendi aralarında garip bir dil konuşuyorlar. Üç kişi, önce bebeği alıp uzak bir köşeye bırakıyor. Savaş bu, ganimetin sevabı günahı olmaz. Biri kadının ellerini bağlıyor. Kadının dudakları titriyor belli belirsiz, dua ediyor.
Rabbena efriğ..
Pantolonunu indiriyor biri.
Aleyna sabran ve seb…
Diğeri de.
bit ekdamena vensurna
Diğeri de
alel kavmil kafiriin.”
Kadının gözleri bebekte.Bebek hiç ağlamıyor.
Ne olmuş, nasıl olmuş bilmiyorum, anlatmazdı oraları hiç. Anam kaçmış kurtulmuş oralardan. Sınır boyunda bulmuşlar bizi, aç, susuz.Gelmişiz, sığınmışızbu köye işte.
Sınır boyu. Hayatımın başladığı yer. Haritada bir çizgi. Babaannenin ellerindeki onlarcası gibi.
Ellerindeki çizgiler sırtımı sıvazlıyor.Gözlerime bakıp gülüyor. “Yancanız ya be evladım, günah değil mi böyle çıplak çıplak gezersiniz?”
…
Küçük bir mezar taşı var, kendisi gibi ufak tefek. Huysuz Hasan’la uğraşmakla geçti ömrü. Doğum tarihi bilinmiyor. Hasan kızı Lütfiye. Sahi babaanne. Adın neydi senin? Hiç sormamışım bugüne kadar.İsmini görünce şaşırdım. Kurumuş toprağa dokundum, yanlarındaki taşları temizleyerek.
Düğünüme yetişemedi. Yetişebilseydi ne derdi. Sünnetli mi diye sorardı herhalde. Sırtımı sıvazlar, günah ya be evladım derdi belki. Adının Dimitri olduğunu duyunca, anlar mıydı acaba.
Affet Lütfiye Hanım, kızma bana.
BDB (07.11.2014)