Uyandım. Hava güzel sayılırdı, saymalar arasında kararımı verip giyindim. Pembe montum üstümde, dışarı çıktım. Pembe, dediysem: bildiğiniz çingene pembesi! Üstünüzde böyle bir mont, altınızda çift pedal varken nereye gidersiniz? Ben Samatya’ya indim.
Klasik Samatya Meydanı ve şirin balıkçılardan bahsetmeyeceğim. Ara sokaklardan birine girip hayatımda içip içebileceğim en güzel Türk kahvesini, bir Çerkez mızıkasına bakarak yudumladıktan sonra sokakları dolaşmaya başladım. Çocuklar, sümükleriyle ve toplarıyla oynuyorardı. Biri için ellerini, diğeri için ayaklarını kullanıyorlardı. Anneleri kapı ağızlarında “Allah belanı vermesin”li onları eve çağırıyorlardı. Entarileri siyahtı, siyah ve mor çiçekli… Derken beni fark ettiler. Bazıları bana “Helööğ” diye diye gelirken kimisi de soluksuz, “Abla abla” diyordu. İlk tedirdinliğimi atıp ben de “Hellöğ” dedim. Gri kazaklı olan, yanındaki ufaklığa: “Gördün mü lan, turristt işte!” diye caka sattı. Çantamdaki iki gram ağırığındaki flüdü çıkardım. Bu yaramaz güruh bana birkaç adım daha yaklaştı. Anneleri de meraklanmış, kapı ağızarında ayaklanıp bize doğru bakmaya başlamışlardı. İrlanda Flüdü, dedim. “Çalayım mı?”. Bu kez ufak olan, gri kazaklıya “Türkmüş lan, naaaağber” dedi. Diğeri hâl-hatırla ilgili bir cevap vermedikten sonra onlara bir Rumeli havası çaldım. Kimisi sıkıldı, kimisi oynadı. Saçı kınalı kız çocukları da yanımızda bitiverdi.
Ayrılıp pedallarıma koştum. Ben çocukuluğumu lojmanlarda geçirmiştim, o ince uzun sokakta değil. Steril hayatlarımızda lojman içi bisiklet çeteleri kurardık. Haftada iki gün bisikletimi temizlemem gerekiyordu. Odamda küçük bir televizyonum bile vardı. Ve “Boş vakitlerinizde neler yaparsınız” anket sorularında benim cevabım:”gitar çalmak, kitap okumak” klişeleriydi. Şimdi bakıyorum da; cevabım, sümüğüm ya da annemden küfür yemek değildi. Saçlarım kınalı değildi. “Lanlı lunlu konuşmak çok ayıp”tı.
Pedal çevirme güncesi devam etti. Yenikapı Sahil’den Cihangir’e kadar dört saat sürdüm. Birden bire geldiğim noktada harika antikaları olan dükkanlar, pahalı “kafe”ler, “layt malboro”lar karşıladı beni. Sümük yoktu. Hiç olmamış gibiydi. Çantamdaki teneke flüt yerine belki de saksafon olmalıydı. Saksafonum tenor değil, muhakkak “alto” olmalıydı.
Cihangir’de bir çay ve iki küçük suyu kafama dikip arkadaşlarımın “homofis”lerine girdim. Bacaklarımın ağrısını, benden yaşça küçük manken kızlara şaşırarak geçirmeye çalıştım.
En sonunda fotoğraf çekimine dayanamayarak evimin yolunu tuttum. Burnum kırmızı, montum çingene pembesi ve parmaklarım sümüklüydü.
Ezgi Gizem Gülümser