Başarılı tiyatrocu Nedim Saban ile 90’larda kurduğu Tiyatro Kare 28. Yılındayken; Türk Tiyatrosu, tiyatroda ritm, kamera önü oyunculuğu, tiyatro eleştirisi, ülkemizde oyunculuk eğitimleri, televizyonun hayatımıza etkilerini konuştuk.
Çocuk hakları üzerine yazdığınız oyun UNICEF Özel Ödülünü aldı. Bu, o dönemde size ne hissettirdi?
Çok küçücüktüm, 12 yaşındaydım. Pek bir şey anlamadım! Ama sevindim; ne güzel oyunum sahneye çıkacak, diye. Oyun dillendi… Çok önemli insanlar oyunda oynadılar Şehir Tiyatrosu’nda. Beni daha çok hırslandırdı bu ödül.
Tiyatroya çocuk oyunları yazarak başlamışsınız, Çocuk oyunları yazmanın önemini nasıl tanımlarsınız?
Aslında çocuk oyunları yazmak insanın hayal gücünü de geliştiren bir şey. Mesela tiyatronun kalıplarını çok rahat kırabiliyorsun. Çok sade yazmanız ve karakterleri çok net anlatmanız lazım. Büyük sorumluluk; çünkü bir çocuğun hayatı ile oynuyorsunuz. Ona yanlış bir mesaj verebilirsiniz. Sadece şiddet değil, cinsiyetçi bir mesaj da verebilirsiniz. Sadece yazıda değil, sahnelemek de aynı derecede özen gerektiriyor. Bana çok şey öğretti çocuk oyunu yazmak.
Amerika’da aldığınız tiyatro eğitiminizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
New York Üniversitesi’nde okudum. Şehrin içinde olmanın büyük bir avantajı vardı, büyük isimlerle çalışabiliyorduk. Bizim okul beşe bölünmüştü. Ben playwright’taydım. Bu aynı zamanda büyük bir tiyatro orada. Atölye yapılıyordu; haftanın üç günü sabah 8’den gece 12’ye kadar oradaydık ve beden, hareket dersimizi orada alıyorduk. Oyuncular da orada eğitim alıyorlardı. Tiyatronun içinde olduğumuz için ben oyuncularla çalışabiliyordum. Sahne yapabilmek çok önemli çünkü bu işleri geliştirebilmeniz için sahnelerin oynanması lazım. Bir şey yazacaksın, oynanacak… Türkiye’ye geldiğimde bir takım üniversitelerde ders verdim. Ama burada öğrenciler derse devamsızlık yapıyorlar. Öyle olunca metodu anlatamıyorsun. Ya da kuramsallar bir yerde, oyuncular başka yerde… Ders programları uymuyor. Tiyatro bir bütün; oyuncular, yönetmenler, yazarların hep beraber çalışmasını gerektiriyor. Tiyatro eğitiminde şunu fark ediyorum; akademi eğitimi ile sektör çok uzak. Buna ‘sektör’ demek lazım, bunu söyleyince ‘tüccarlıkla’ suçluyorlar ama bu bir iş alanı. İnsanlara sorumluluğumuz var. Sigortalar, maaşlar… Sektörde çok kopukluk var. Bir sürü öğrenci sanat yönetimi alıyor; ama hiçbiri gelip de “ben sizde biraz eğitim alayım, staj yapayım” demiyor ya da iş başvurusunda bulunmuyor.
Ben Dramaturji bölümünde okurken bol bol prova izlemeye çabalıyordum…
Prova izlemek çok önemli. Muhsin Ertuğrul’la ilgili bir şey anlatayım. Bunu Ayla Algan kendi anlattığı için paylaşıyorum. Gelirlermiş Ertuğrul’a, “hocam biz oyuncu olmak istiyoruz” diye. Muhsin Ertuğrul hemen ertesi gün provaya çağırırmış. Zaten bir oyuncu için en sıkıcı şey prova izlemek. Tekrar, tekrar, tekrar… Eğer ertesi gün gelmeye devam ederse o kişi yukarı çağırırmış. Masanın üstünde dergiler, programlar varmış… Odadan çıkıp bakarmış, oyuncu onlara bakıyor mu, diye. Ondan sonra da yavaş yavaş çocuk tiyatrosuna yönlendirirmiş. Şu anda tabi kendi tasarımcılarımız bile bazen provaya gelmiyor çünkü herkesin çok işi var.
TİYATRODA YALNIZLAŞMA VAR
“Siz oyunu çıkartın, son beş provaya gelip ışık ayarlarım” diyorlar mesela. Ama bu olmamalı… Çünkü ışık da çok önemli.
Evet. Tiyatro seyirciyle buluşan bir iş ve herkes bir şey getirirse daha iyi oluyor. Toplama ekiplerle bu ekip çalışması olmuyor. Tiyatromuzda yalnızlaşma var. Çünkü insanlar ekip olarak çalışamıyorlar. Kiminin seti var, kimi tiyatroda… Türk Tiyatrosu altın çağı olduğu halde ekip ruhunu kaybetti.
Altın çağı olduğunu düşünüyorsunuz?
Evet. Ama bir acele de var. 300-400 oyun var ama seyirci artmıyor. Yılda 30 oyun oynadığımızda İstanbul’da 300 bin seyirci varsa, 300 oyuna da 300 bin seyirci var demektir. Ben tezim için alternatif tiyatrolarda bir araştırma yaptım: 10-15 bin seyircisi var. Bu işi biraz seyirciye endekslemek zorundayız. Seyircinin beğenilerine hizmek etmek zorunda değiliz ama seyirciyi de çekmek zorundayız.
Çünkü tek başınıza sahneye çıkıp oynamıyorsunuz, bu seyirci ile yapılan bir iş…
Çok doğru söyledin. Ben ve seyirci olabiliriz. Işık, dekor olmayabilir… Ama seyirci ve oyuncu olmalı. Nedense son yıllarda Türk Tiyatrosu’nda bir seyirciyi küçümseme meselesi oluştu. Sinemada da böyle. Festival filmleri, gişe fimleri diye ayrıldı. Halbuki bu olmamalı. Bir altın çağdayız, ama bu oyunların prova süreçleri çok sağlıksız. Çünkü sağda solda prova yapılıyor, oyuncular bir araya gelemiyor. Dizide oynayan kişileri görmek istiyor seyirci. Herkes de dizide oynadığı için “bir de oyun yapalım” diyorlar. Alternatif tiyatrolar bazen ana akım tiyatroları taklit etmek zorunda kalıyor. Ya da insanların duymak isteyeceği temaları oynuyorlar. Ama o temaların da televizyon dizilerinden farkı yok, savaş, şiddet, cinsiyetçilik… Tamam sözde cinsiyetçiliği eleştiriyor ama bunu izlettiriyorlar.
TELEVİZYON OYUNCULUK BİÇEMLERİNİ ETKİLEDİ
Sizin için tiyatro ve televizyon ne demek? Pekçok insan ikisini yakın gibi görse de çok farklı kollar ve farklı mekanizmalara sahip. Değerlendirir misiniz?
Madem oyunculuktan açıldı konu, televizyon için kamera önü oyunculuk diye bir şey çıkardılar. Çok az oynamak… Bu ‘az’lık, oyunculuğa çok zarar veren bir şey. Tiyatroda bazen bin 200 kişilik salona oynuyorsun, en arkadaki seyirciye de iletiyorsun rolünü. Kamera önü oyunculuk tiyatroda çok yanlış anlaşıldı. Oyunculuk biçemlerini etkiledi. Doğallık ile sıradanlık arası bir oyunculuk yaratmış oldu televizyon. Bu sebeple de bizim tiyatro oyuncuları da televizyona büyük gelir oldu. Çünkü oyuncu olarak bir ritmin var. Aution geliyor bize, izlerken şunu düşünüyoruz: Neden bu kadar yavaş oynamış, neden bu kadar ağzının içinden konuşmuş… Ufak bir şeye oynayacağız için oyunculuk stiliniz de değişiyor. Öykücülükte de poroblem var. Zaten ülkemizde öykü ve şiir romandan daha az satıyor. Çünkü insanlar işin içine girmek istiyorlar. Televizyon dizileri de böyle, kısa bir şey anlatamıyoruz. Bu, öykücülüğümüzü de çok etkiledi. Son sıkıntı da; bizim duygularımızı çok parçaladı televizyon. Mesela tuvalete gidiyorsun, yemek yapıyorsun ama döndüğünde dizide aynı planda, aynı oyuncu oynuyor. Bu da bizim ritm duygumuzu çok bozdu. Bunlar tiyatroya zarar verdi. Politik olarak içeriğini boşalttı tiyatronun. Oyuncu için ise iyi oldu, çok görünür oldu oyuncu. Bir oyuncu dizi projesi varsa tiyatro yapmamalı aynı anda çünkü provalara sağlıklı gelemiyor. Prova bir ritüel gibi.
Katharsise ulaşan bir süreç gibi. Sonunda başka biri oluyorsun değil mi?
Evet, oyuncu dizide 36 saat çalıştıktan sonra provaya geldiğinde verimli geçmiyor. Sektörel olarak tiyatro televizyonu besliyor, televizyon tiyatroyu besliyor. Biz oyuncularımızdan prova döneminde televizyon işi almamasını istiyoruz. Oyun çıktıktan sonra program bir şekilde ayarlanıyor. Ama şu anda herkes televizyondan haber bekler halde. Birbirimizle güven içinde olmamız lazım. Televizyonda bu zemin de yok, bir bölümde varsın ama iki bölüm sonran yok. Bu sefer bizden de aynı tavrı bekliyorlar. Bir güven ortamında çalışmalıyız ki gerçekten çalışabilelim. Bu sene şu dikkatimi çekti, insanlar bu yıl kendilerini sokağa attılar. Hangi tiyatroya gitsem dolu.
Çünkü artık sıkıldılar… Basit bir sahnelemede bile bir sahne diyalog üstüne kuruluysa sonraki sahnede bir devinim gerekiyor. Oyunun ritmini oluşturmak için gerekli. Bunu yazan kişi yapmadıysa, dramaturg yapmalı, o yapmadıysa yönetmen yapmalı… Ki seyirci de aynı şeyi izlemesin devamlı.
Çok doğru. Televizyonla birlikte sosyal medya da bunu yaptı. O da televizyon ile aynı işlevde. Televizyon üç buçuk dört saatte bir şey anlatıyor ama aslında hiçbir şey anlatmıyor. Sosyal medyada ise otuz saniyede bir şey anlatmak zorundasın. Tiyatronun zaman kavramı ile oynandı. Mesela Şen Makas sade bir oyun ama onun kugusu ve zamanı ile oynadık. Bugünün şartlarına uygun hale getirdik.
SAHNEDEKİ HER ŞEY DRAMATURJİNİN BİR PARÇASI
Dr. Stress günümüzde tekrar yapılabilir mi?
Mümkün değil yapılamaz. Çünkü o zamanlar insanlar çok rahat konuşuyorlardı. Şimdi gelecek olan konuk bir mesaj vermek istiyor. Mesela şimdi bir oyuncu televizyona çıktığında diyor ki “Masamda çok senaryo var bekliyorum”. Mesajı şu: Bana dizi teklifi getirin. Bu kadar mesaj verilen bir dönemde katıksız bir iletişim mümkün değil. Televizyon gücünü çok anlamadıkları için o dönemde çok rahatlardı insanlar. Şu anda medyanın gücünü öğrendiler. Ve RTÜK yoktu, özgürlük vardı. Her konuda herkes konuşabiliyordu.
90’larda Tiyatro Kare’yi kurdunuz. O dönemden bugüne kadar olan süreçte tiyatronuz ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
28’i devirdik artık. Komediler, özgün oyunlar, roman uyarlamaları oynadık. Bir ara durakladık. Bir dönem sadece eski Gazenfer Özcan Tiyatrosu’nda oynadık. O zamanlar sadece komedi oynadık. 96-2002 arasıydı bu. Sonrasında pekçok şey denedik.” Onca Yoksulluk Varken” i uyarlamamız 7 ay sürdü ama çok az oynayabildik. Çok seyirciye rahatlıkla buluşan işler de yaptık. Prodüksiyon çıtasını yükselttik hep. Her zaman estetik olarak bir standartı bulduk. Eğlenmemiş ya da sevmemiş olabilirsiniz; ama bir seyirci olarak ciddiye alınmadığınızı söyleyemezsiniz Tiyatro Kare için.
Bizim oyunlarımız 50 bin ila 200 bin arasına seyirciye hitap ediyor. Bizi ana akım olarak görüyorlar ama ana akım sanırım insanlara telif, maaş, sigorta ödeyen tiyatro, demek. Ana akımda dört ya da beş tiyatro kaldı bence. Bunu yeniden tanımlamak lazım. Bizim bir merkezimiz yok, her zaman farklı yerlerde oynuyoruz. İnsanların birbirini merak edip izlememesi çok büyük bir sıkıntı. Buna konservatuar öğrencileri de dahil. Birbirleri hakkında fikir sahibi fakat bilgi sahibi değil insanlar. Biri, bir yönetmen için “iyi yönetmen” demiş ve o adam yıllarca ‘iyi yönetmen’ olarak anılmış. Birisine demiş ki “Burası ticari tiyatro”, orası öyle anılmış…
USTA-ÇIRAK İLİŞKİSİ KALMADI
Çünkü kişiler bilmeden ve görmeden herhangi bir şey ile ilgili fikir sahibi.
Acı olan yakın tarihi de bilmiyor. Ulvi Uraz’ın “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” daki yerini bilmiyor örneğin ama o oyunu oynuyorsun… Gıybet üstüne dönüyor her şey. Eskiler derlerdi ki “İki adım at, sağa dön”. Biz sorgulamazdık ve dedikleri çalışırdı da. Şu anda usta çırak ilişkisi hiç kalmadı. Bir şeyi anlayabilmek için yapabilmek lazım. Ben on dört yaşındayken tek amacım tiyatroydu ve kendimi Kadıköy’e atıyordum. Üç ya dört tiyatro vardı, her gün bir oyun izliyordum. Aynı oyunlara tekrar tekrar gidiyordum. Neresi güzel, ne yanlış yapmışlar, ne doğru yapmışlar… Ve bilet de alıyordum. Şu andaki gençlerin böyle bir vakti de yok, şehir de buna el vermiyor. Ama tiyatrocuysan ya da eleştirmensen gideceksin.
Şen Makas’a tekrar dönersek, neden bu oyunu tercih ettiniz ve oyuncu seçerken kriterleriniz nelerdi?
Şu anda bir dizi ile bir anlaşmalarının olmaması ilk kriterim. Melek Baykal ile Ahududu’da çok iyi çalıştık. İnteraktivite hayatımızın her yerine girdi. Modern bir Şen Makas yapılabilir diye düşündüm. Ahududu’da da çok yetenekli iki genç oyuncumuz vardı, Özgür Yetkinoğlu ve Cem Güler. Yetenekelerine inandığım için onlar da bir parçası oldular Şen Makas’ın. Daha önce çalıştığım Veysel Diker var. Ve Jess Molho da seyirci ve oyun arasında moderasyonu yapmak için ekibimizde.
Türkiye’deki tiyatro için ne düşünüyorsunuz? Tiyatroda birlik beraberlik var mı?
Maalesef yok. Eskiden Dormen Tiyatrosu’nun yeri belliydi, öğleden sonra herkes işlerini haletmiş olarak gelip fuayede sohbet ederlerdi. Orada birlik beraberlik ve düşmanlık da olabilir. Çünkü insanlar birbirlerini görebiliyorlardı. Biz birbirimizi görmeden nasıl bir birlik olabilir? Kendi yazarlarımızı da yetiştiriyoruz. Bu anlamda Türk Tiyatrosu’nu iyi görüyorum. Malzemeyi dışarıdan almıyoruz. Kafka der ki, “Bu dil yapısının içinde, söyleyeceklerim kısıtlı.” Çok kısıtlı bir dil ile 500 sözcüğün belki 200’ünü söyleyemeyerek bir yerde bir şey yapmaya çalışmak sihirbazlık gerektiriyor. Türk Tiyatrosu kendi oyuncularını yetiştiriyor bir yandan; ama ekip yok. Dağınıklık var. Herkes başka eğitim ve kültürden geliyor. Ekip olabilmek için komün olabilmek gerekiyor. Öte yandan bizim hiç bakmadığımız Anadolu’da oyunlar yapılıyor. Eskişehir’de, Batman’da… Biz her şey İstanbul’daymış gibi davranıyoruz.
ELEŞTİRİYE VE ELEŞTİRMENLERE İHTİYAÇ VAR
Sizce tiyatro eleştirmenleri görevlerini düzgün yapıyorlar mı ya da kimler bu işe soyunuyor?
Bloggerlar var. Onlar gidip oyunları yazıyorlar. Şimdi eleştirmenler de blogger gibi olmaya başladı. Şunu eleştiremiyorum: Bir eleştirmen oyuna gidecek, izleyecek, yazacak. Bir emek ve para bu. Hangi gazetenin böyle bir mekanizması var? Gazetede bunu yapan kişi var ama o kişi aynı zamanda editör. Halbuki New York Times’ın eleştirmeninin tek işi tiyatroya gidip tiyatro yazmak. Daha ilginci, oyun izlemekle görevlendiriliyor. Bir maaşı var, sorumlulukları ve etik var. Oyunun galasından önce yazılamaz, gibi… Türkiye’de bunlar yok. Kendi kısmımdan baktığımda öfkeleniyorum ama onların tarafından baktığımda da bir sektör olmadığı, kimse eleştirmen olarak gazetelerde çalışamadığı için kimler yazıyor, ne yazıyor anlıyorum… Bir gazete okuru eleştiri mi okumak istiyor, oyunun konusunu mu okumak istiyor… O da önemli.
O noktaya geliyorum. Dil çok kısıtlı, bir o kadar da çok güçlü bir şey. Mesela bir oyuna gittim, “Oyunu çok beğendim, oyunculuklar çok iyidi, kostüm fena değildi” diye yazarsam ben bir eleştirmen olmam. Ben yorumcu olurum. Sevdim, sevmedim, beğendim, beğenmedim dediğim anda tenkit kısmı dışarıda kalıyor. Ama bu kelimelerle yazılan çok yazı var. Bir de hep şunu demem lazım eleştirmen olarak: Bilinçli olarak şunu şu şekilde yapmış olabilirler. Bu boşluk yaratmaktır ve tiyatro ile seyirciniz arasında dolacak bir boşluktur bu.
Bir çıkış noktası da şu: Tiyatro çok zor ayakta duruyor. Kötü yazarsak bu onları yaralar diye düşünüyorlar. Bir sürü eleştirmen ya kötü bulduğu oyunu yazmıyor ya da kötü olduğunu düşündüğü oyuna gitmiyor. Ama gitmeden de beğenmeyeceğini nereden bilebiliyor. 300-400 oyun var bir sezonda, yirmi oyun izleyerek eleştirmen de jüri de olamazsınız. Ortalık jüri üyesi kaynıyor. 15 bin seyircinin olduğu bir Kadıköy tiyatrosunda 300 tane jüri olamaz. Bu jüri bu yıl oyun izlemeye başladılar. Oyun izlemek de bir kültür. Bu tiyatro daha önce ne yapmış, bu sezon ne yapıyor, tiyatro tarihimiz ne… Geçen sene Yaşar İlksavaş’ın güzel bir Ahududu eleştirisi çıktı. Oyunun kötü kişisi neden bu kadar şık diye bir eleştirisi var. Bu aslında bizim de bilinçli olarak yaptığımız bir şey. Eleştiri doğru ise dikkate alıp değiştiriyoruz, bazen 500. oyunda bile her şey değişebilir. Türk Tiyatrosu’nun eleştiriye ve eleştirmene ihtiyacı var.
Bir sahneleme yapacağınız zaman sırasıyla neye dikkat edersiniz?
Cast, okuma provası çok önemli. Yönetmenin rol ile oyuncuyu birleştirecek şeyler bulması lazım. Nasıl bir alanda olmalı? Buna oyuncu inanıyor mu? Oyun seçerken de topluma halen bir şey verebiliyor mu? Gülmek, ağlamak gibi şeyler de olabilir oyunun verdikleri.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Başarı hiçbir zaman ödüllendirilmiyor. Seyirci oyun sonu ayağa kalkıp alkışladı; aslında başarınızı ödüllendirmiyor. Sizin orada olup o işi yapmanızı ödüllendiriyor. O yüzden ödülsüz bir sistemde çalışmalıyız. Ödülümüz ne? Alkış, para, ödül, görünürlük, kendimizi iyi hissetmek. Bütün bunların olmadığı bir çağda direnmek durumundayız. Yaptığımız işin arkasında durabilmeliyiz. Bazı şeyler çok kolay gibi görünüyor ama Tiyatro Kare’de de hiçbir şey çok kolay olmadı. “Leyla’nın Evi” oynana kadar hayatımda maddi manevi kayıplarım oldu. Her şey aslında çok zor. Üretim çok zor. Şunu sorguluyorum: “Ben Süper İyi Günler” in çevirisini yapıyorum ama başka bir tiyatroda 20 günde oyun çıkıyor. Oyuncular ancak genel provada bir araya gelebiliyor. Bende mi bir yavaşlık var, diyorum. Ama bir yandan da kendimi iyi hissediyorum. Galiba şu dönemde kendimizi iyi hissetmemiz lazım. Birbirimize destek olmalıyız. Mesela ben seninle tanışıyorum, sen bana iyi sorularla geliyorsun, ben buradan provaya o heyecanla gidiyorum ve orada bir şey yapıyorum… Şu an altın çağdayız, 300-400 oyun hiçbir zaman olmadı Türk Tiyatrosu’nda. Ama bir tarafta çok baskı var toplumda. Ve bu çağın tadını çıkaralım.
Röportaj: Ezgi Gizem Gülümser