Ömer Hayyam yokuşundan aşağı vuruyorum kendimi. Yırttık be diyorum, özgürüz artık. Nasıl atlattım son anda! Polis sirenlerinin sesleri uzaklaşıyor. Sana geliyorum koşa koşa. “Allaah…’ım! Bacaklarıma kuvvet ver. Hiç olmadık zamanlarda karşıma çıkacağına bir el at da sıyıralım şu işten.”Koşuyorum, düşe kalka, annemin karnından çıkma mücadelesi verircesine yeniden. Beyoğlu Emniyeti’nin sağ köşesindeki Tekel hala açık. Koca memeli erkekler geçiyor önümden, Tarlabaşı’nda gece bitmemiş. Beyaz erkek donları asılı çamaşır tellerini geçiyorum. Ciğerlerim yanıyor, söz diyorum bu kez, sigarayı bırakacağım. “Anam avradım olsun ki bitti o iş.”Tam köşeyi dönecekken küçük bir erkek çocuğunun saçları takılıyor dizlerime, tökezliyorum, çocukluğum bulaşıyor tenime yeniden.
Soğuk gecelerden biriydi, kanayan ayaklarımın üzerine basa basa kaçıyordum o cadıdan. “Görse, öldürecek”. Kendimi yatağıma atacakken Selim’le göz göze geldik “Fena hırpalamışlar bu kez, hiç çıkma yukarı.” Selimin yanına kıvrıldım, ranza gıcırdayıp da bizimkileri uyandırmasın diye sessizce. “Lan Selim, bu kez bitti bu iş.” “Hadi ordan be, sokaklar daha mı iyi sanki? Ne yer, ne içersin?” “Annem gibi konuşma be oğlum!” “Ne annesi ulan!“ Sessizliğe gömüldüm. Geyiğine bile olsa annemiz olamıyordu, piçtik işte, adımızdan önce bununla çağrılıyorduk. Sarıldım Selim’e. Sessizce ağlaştık.
İlkokula gittiğimiz dönemlerdi, hatırlıyorum. Sıcak suyun on dört günde bir verildiği günlerden on beşincisi. Saçlarımızdaki çamurları akıtmak için girdiğimiz suyun altında dudaklarımız mor kesince koşa koşa yatağa atmıştık kendimizi. Selim’in çocuk teni… Titriyorduk. “Korkma, kimse görmez.” “Neden korkayım, seviyorum seni” ”Ben de…” Yarım yamalak öpüşmüştük. Sırılsıklam daldığımız uykuda, bütün ışıkları sarı, koridorları kısacık, banyosu yatak odasının hemen karşısında yer alan bir ev düşmüştü rüyamıza.
İşte o sabahki umutla kalktım Selim’in yanından. Bir metre yukarıdaki ranzamı bütün gece orda uyuyup uyanmışım gibi topladım, edebiyat ve geometri kitabımıalıp çıktım kapıdan. Selim’e veda etmedim, arkada bırakmaya korktuğum tek şeydi.
…
Soğuk ve ayazın Beyoğlu parklarının cömertliği karşısında taarruza geçtiği günlerden birinde, cebimde kalan son sigarayı yakacak ateş bulamayınca girmiştimKirli’nin dükkana.“Ateş var mı birader?” “Şurada çakmaklar olacak, 1 milyon.” Ceplerimi yoklar gibi yaptım.”“İş var mı birader?”
Kirli, iri omuzları, kocaman kara gözleri, boynundan hiç çıkarmadığı, gelişigüzel örüldüğü her halinden belli kahverengi atkısıyla mafya babalarını andırıyordu, öyleydi belki. Başını kaldırdı. O an içimi garip bir korku kapladı, gözleri rotadan çıksın ve gözlerime hiç ulaşmasın istedim. Olmadı. Üç saniye, üç dakika, belki de saatlerce bakıştık.Elimdeki geometri kitabı, gözlerimdeki kuru soğuk, kan çekmesi. Hangisi sebep bilmem, bir ses çınladı arkamdan. “Yarın gel”.
O gün kaderim, hakim olamadığım bir hızla ellerimden kayıp gitmiş, Kirli’nin koca ellerine konmuştu. Sonra Selim’in gözlerinde bir umut ışığı belirmişti. Işık, yurt duvarlarını aşıp o küçücük dükkanın tabelasına düşmüştü. Hayatın üçüncü sayfasıydım artık.
…
“Bizim için yapıyorum her şeyi. Kurtaracağım seni de. Geceleri dayaktan uyuyakalmadığın, kapısını anahtarla açtığımız bir evimiz olacak. Yıllar oldu hem kaşarlandım artık. Ellerim hızlı. Çakmaz kimse. Bir ses duyunca sonra, aynı bizim belletmenden kaçar gibi, anladın, aynı öyle sessiz sedasız arka camdan vınn… Ama koyuyor artık deste deste parayı adamların eline saymak. Geçen gece bir eve girdim. Evdi Selim. Sıcaktı. İlk banyoya girdim, sıcak su vardı gecenin köründe. Soyundum attım kendimi suya. Az kaldı dedim, anam avradım olsun, kendi duşum olacak. İnan bana bitecek, şu köşedeki berjere atıcam kıçımı, sigara değil ha, puro içeceğim o zaman. İstanbul manzarasını yaracak dumanlar, duman ulan, tuvalette değil hem de, koltukta! Balık olacağız Haliç’te, koca balıklar. Atlayacağım Galata’dan, uç uçabildiğin kadar. Martı olacağız. Üşürsem yine sana sarılacağım. Derdimi gizli kapaklı köşelerde değil ahanda işte burda, bu koltukta dinleyeceksin. Bayramlarda gözleri acımayla dolu o kokona karıların zoraki elini değil, senin elini öpeceğim. Büyük değil miydin sen benden? Bu kez farklı, çok büyük vurgun. Zenginiz Selim, parayı cebe attım mı, kaçıyorum bunlardan, koşa koşa geliyorumyanına, kapıp çıkıyorum seni.”
Aynaya bakarken buldum kendimi. Sarı, dev bir ayna.
Sonra siren sesi, cam kırıkları, kanayan kolum, karanlık arka bahçe.
…
Sıyırıyorum çocukluğumu yüzümden, son bir nefes yakıyorum ciğerlerimde. Köşeyi bir dönsem bitecek sankiyol. Yüksek bir uçurum çıkacak karşıma atlayacağım. Bir vadiye konacağım oradan. Vadide bir kadın bekleyecek beni, yıllar önce terk eden. Kollarını açmış. Arka cebimde kötü günlere sakladığım çakıyı çıkarıp saplayacağım göğsüne. Kalbini oyup ellerime alacağım, özgürlüğüm olacak o kalp. Umutsuzluğum, sevgisizliğim, annesizliğim akıp gidecek kanlarıyla.
Köşeyi dönüyorum, bir ses yankılanıyor Bahtiyar sokak’ta “Murat, dur kaçma!”. Tanıdık bir ses. Yıllar önce duyduğum o cümleler diziliyor boğazıma.
“Bu işte yamuk yapmak yok ha kaçıp gitmek öyle. Kaç ceset geçti budükkandan. Korkudan ötmüş bizi pezevenkler. İşine bak Murat, parana bak. Bir gün emekli ederiz seni elbet.”
Yakından tanıdığım namluyu kürek kemiklerim arasında hissedinceye dek tam kırk saniye geçiyor.Açlıktan ölmeden önce bulunan bir yudum kuru ekmek gibi, enkazın altından gelen bir düdük sesi, sınır boylarında tellere takılı kalmış bayram hediyesi gibi kırk saniye.
Didem Boz
21.12.2013
Didem yazılarını tekrar bir yerlerde görmek çok güzel. Umarım devamı gelir.