Kaan Koç: Hayat biraz Godfather filmindeki gibi

10464203_750085715030211_7395984082509364292_n

Kaan Koç’u gazete ve dergi okuyucuları bir köşe yazarı olarak tanısa da aslında o bir şair. 2010 yılında “Çok Tanrılı Sular” isimli kitabını çıkaran Koç’un yeni şiir kitabı “Biraz Konuşmasak” bu hafta 6:45 Yayınevi’nden çıktı. Kaan’la medyayı, şiiri ve iletişimi konuştuk.

Kitabının adı “Biraz Konuşmasak”.  Sen daha çok konuşmaktan mı yoksa dinlemekten mi bıktın?

Aslında ikisinden de. Çünkü ikisinin birleştiği şey en basit tabirle “iletişim”. Mevcut çağ şartları içerisinde ise  iletişim kavramının karşılığı artık “iletişimsizlik”.  O yüzden de ikisinden de bıktım. Ama iyi bir dinleyiciyimdir. Sevdiğim ortamlarda da zevkle konuşurum. Fakat bu da çok rastladığım bir durum değil. “Biraz Konuşmasak” derken aslında hayatımda niyetlendiğim bir şeyi işaret ediyorum. İki kişinin paylaştığı sessizlik çok kuvvetli bir bağdır. Bunların haricinde de toplumsal ve evrensel olarak çok geveze bir çağda yaşıyoruz. Gösteri toplumundayız ve sadece konuşuyoruz. Bir Saramago romanı olsaydı keşke hayat ve ömrümüz saniyelerle değil de kelimelerle sınırlanmış olsaydı. Her şey daha güzel olurdu.

Kitaplar ön sözle başlar ama sen son sözle başlamışsın.

Evet. Somut olarak hayatımda o yazıda bahsettiğim tarzda bir kırılma yaşadığım bir olayın ardından o yazıyı yazdım. Hem de onu yazarken de bu yıllarda son sözüm ne olur diye düşünerek onu kaleme aldım. Bir de hayatta olayları tersten okuma  taraftarıyım. Bu kitap da önsözle değil son sözle başlasın istedim. Ben o “Sonsöz”deki sanatçı genci tanıyor, anlıyor, yaşıyor ve doğuruyorum. Ve ayrıca bir şiir kitabı olsa olsa sonsözle başlar.

S5EiNE8BSon  söz sert bir girişle başlıyor. Türkiye’deki edebiyat camiası başta olmak üzere pek çok konuyu eleştiriyorsun. Ve devrim nerede başlar diye soruyorsun. Sence nerede başlar, Türkiye’de başlar mı?

Türkiye’de başlar mı? Tarihsel olarak bakınca ve şimdiyi de düşününce başlamaz. Ama herhangi bir ülkede de başlamaz. Çünkü devrim yukardan ve kitlesel olarak hayata geçmez. Bu soruyu başaşağı edip öyle düşünmek lazım. Devrim dediğimiz şey daha çok bireysel olarak ve bireylerin birbirlerine aktarımıyla gerçekleşebilir. Bu da şiirin, resmin, müziğin yani has sanatın incelikleriyle sağlanır. O sanat insanı ustalıkla şekillendirir. Keza ben kitlelere çok fazla inanmıyorum. Daha doğrusu bireylerin oluşumundan sonra kitlelere inanıyorum. Kitabın “Sonsöz”ün de anlatılan bireysel devrimin, sanatçı figürünün devrim ve devrilişinin artık bastırılamayan kontrollü bir şiddet hareketiyle işlemesi gerektiği cinayeti anlatıyor. Bu cinayet tabii ki bir sembol. Yazıda bahsettiğim o papyonlu köşe yazarları da bir sembol. Belki tanısak çok seveceğiz belki hepsi iyi insanlar ama oturdukları koltuklar Türkiye’de yanlış evrimleşmiş şekilde. O yüzden hedef aldığım şey o koltukların artık atmayan kalbini sökmek.

Şiirin yanında ayrıca futbol da  yazıyorsun. Bu aralar Ot Dergi’de mesela futbol, kültür yazılarını okuyoruz. Şiir daha kırılgan; futbol ve futbol taraftarlığı ise daha maço daha  sert. Peki futbol taraftarlığı şiirsel anlamda seni nasıl etkiliyor?

Ne kadar sert olursan o kadar çok kırılırsın. Ben yıllarca maçlara gittim. Ve orada tribündeki kaba saba, sert adamlarının çoğunun ne kadar duygusal  ve kırılgan olduklarını gördüm. Şiir, felsefe ve futbolun temelinde yatan şey aynı: Beklentisiz, eklentisiz, saf coşku ve tutku. Buna ek olarak da kitlesel paylaşımı ve büyüyüşü. Ben yıllarca böyle hissettim.  Aşık olduğum ve hiç bir kötü yanını görmek istemediğim bir kıza elli bin kişiyle ilanı aşk etmek gibi bir histi benim için maçlar. Ve içerisinde zerre kıskançlık yok. Tam tersine sayı büyüdükçe vecd haline geçiyorsun. Bu şiir yazarken de böyle. Kendinden geçiyorsun, kendi basit hayatını ve ucuz sıkıntılarını geride bırakıyorsun. Maçlardaki o sert adamlar maçlardan önce eşleriyle ya da sevgilileriyle telefonda gayet nazik bir şekilde konuştuktan sonra stada girdiklerinde bambaşka birine dönüşüyorlar. Çünkü hayatlarını dışarda bırakıyorlar. Biraz mübalağa edeceğim ama bu biraz ruhun bedenden ayrılması gibi bir duygu.

 “Biraz Konuşmasak” kitabındaki bölüm açılışlarında alıntı yaptığın isimler var. Bu isimler arasında en çok Albert Camus ilgimi çekti.

Camus diyor ki “Hayatla hakkında düşünmekten sadece futbol oynarken kurtulabiliyorum”. Bu cümle biraz önce konuştuklarımızın özeti aslında.

Sen bir şairsin ama aynı zamanda gazetelerde köşe yazarlığı da yapıyorsun. Ancak son zamanlarda sadece fanzinler ve web sitelerinde yazıyorsun. Neden şu an gazetelerde yazmıyorsun?

Birincisi muhalifim. İkincisi herkesin de bildiği gibi medyada birinci faktör ne yazıp ne yazmadığından ziyade ilişkilerdir. Geçmişte beraber çalıştığım çok önemli isimler var ama ben kuvvetli ilişkileri olan biri değilim. “Yarın arayacağım” diyerek aramadığım insan sayısı Çin nüfusu kadar olmuştur. İnsanlardan bir şey talep etmek için onları aramam. Çünkü onlara karşı bir saygısızlık ve ihanet olarak görüyorum bunu ama belki de abartıyorum.  O yüzden iletişimim çok kuvvetli olmuyor. En son Karşı’daydım. Karşı  Gazetesi’nin nasıl kapandığı belli. Daha önce spor yazarlığı yapıyordum spor gazetelerinin ne kadar satıldığı da belli. Hep güzel sözler duyuyorsun, iyi gidiyor ama medyadaki kırılmalardan etkileniyorsun. Ben hiç bir zaman medyada büyük çarkların içerisinde biri olmadım ve kırılmalardan da haliyle olumsuz etkilendim. Hürriyet’te yazmaya başladım ama yıllar sonra gazetenin genel yayın yönetmeni değişti. Öyle durumlarda da fillerin altında çimenler eziliyor. Bu tip şeylere kurban gittim. Ama benim de hatalarım oldu; iletişimsizlik gibi. Öğreniyor insan. Sadece yazmak istedim ama bazen yetmiyor. Biraz konuşmak gerekiyor belki de, öylesine, laf olsun diye konuşabilmeyi becerebilmek de bir sanattır belki. Dünyevi bir sanat.

Pek çok sektörde olduğu gibi medyada da maalesef kariyerden ziyade referansla yürüyor işler.

Tabii. Referans dediğimiz nedir? Senin yaptığın işe güven duyan insan demektir. Ama medyada referans beraber şarap içtiğin kişi sayısı demektir. Şarap da ucuz olmayacak… Sen medyada saygı gören, iyi işler yapan insanlarla vakit geçirirsin ama o gazetedeki işin bittikten sonra iletişimin yine devam eder. Ama senin arkanda durmaz ya da seni bir yere tavsiye etmez mesleki anlamda. Bu da bir alışveriş. Hayat biraz Godfather filmindeki gibi. Sen ona bir şey vermiyorsundur artık, aynı plazaya girmiyorsundur ve o andan sonra o da sana bir şey vermez, vermek zorunda da değil zaten. Arada sırada selam verir, o kadar. Sonrasında o da seyrekleşir, ilişkin kopmaya başlar. Onlar meşgul ve her daim yoğun insanlardır ama her nasılsa her zaman mağdur olabilen de onlardır. Kitleler plazalardakilerin mağduriyetine sahip çıkar en çok; çünkü kalabalıklara yüksek kürsüden ağlama gücü de onların elindedir.

Ali Mert Alan