Musa Acar’ın gene kitap okuyacağı tuttu ve sizler için tripten tribe girdi
John Fante’yi yıllar evvel okumuştum, şu an hatırlamıyorum tam olarak bitirip bitirmediğimi; ama kendimi biraz tanıyorsam bitirmemişimdir. O zaman üniversiteden bir arkadaşım vermişti, niye vermişti bilmiyorum, ilginçlik olsun diye olsa gerek, bu akışı açıklayacak bir anıya erişemiyorum: Belki genel itibariyle depresif gençler oluşumuzu kutsamak içindir. Her gencin kendini kutsamaya ihtiyacı vardır ve kolay kolay da geçmez bu ihtiyaç, bu da onları biraz salak ve genel itibariyle sıkıcı yapar.
Bir de bir arkadaşım vardı, Arturo Bandini nick’ini kullanıp dururdu: Gerizekalı, rock’n roll ideolojisini çok ciddiye aldı ve bu ona uzun dönem askerliğe mal oldu. Rock’n roll güzel bir şey, çok güzel bir şey, bu saçmasapan evrenin ortaya çıkardığı en güzel şeylerden biri, on numara bir şey, gene de sesk, uyuşturucu ve müzik meselesini çok ciddiye almamak lazım, her güzel şey gibi. Güzel şeyleri fazla ciddiye alırsanız çok güzel şeyler olarak kalmazlar. Nihayetinde bu gerizekalı tam anlamıyla bir erkek oldu, bense bir yolunu bulup bedelli dönemine kalmayı başardım. Yani yazılarımı takip ederseniz birbirinden saçma askerlik öyküleriyle kafanızı açmayacağım: Onun yerine saçmasapan başka hikayeler uyduracağım sizler için.
Yıllar sonra Toza Sor’u yeniden elime alınca zamanında niye bitirmediğimi ve Fante, Bukowski ve onlara öykünen herkesin neden içime şişirdiğini daha iyi anladım: Tecrübe diye buna denir. Nihayetinde, bu iki yazarla da hissiyat olarak paylaştığımız çok şey var gibi görünüyor: Bira sevgisi, hayata karşı esnek bir duruş ve sessiz bir karamsarlık. Gene de Fante’nin yazdıkları, Bukowski’nin yazdıkları gibi uyarmıyor beni: Farklı olaylarla aynı şeyleri söylüyor olmaları beni yoruyor. Hayat sıradan, zaman sıkıcı, insanlar saçma, bira içtim, azdım, seviştim ya da sevişemedim, kahve içtim, sigara içtim, başıma ilginç gibi olaylar geldi ama aslında galiba o kadar da ilginç değildi, falan filan. Anlıyorum, gerçekten bak, belki de sorun bu, fazlasıyla anlıyorum: Bir yazar, bir okuru anlamamak durumuyla karşı karşıya bırakmalı, ki okunsun. Zaten bir okur, bir yazarı tamamen anlıyorsa niye okusun ki? İki tarafın bu kadar anlaştığı bu sevgi dolu ortamda, bilgi, deneyim ya da estetik, ya da metinden beklediğiniz her neyse, nasıl mümkün olacak ki?
Tabii, bütün bu açım, avareyim, bira içtim, bu aylaklığın özgürlüğü hali, Fante ve Bukowski’yle temel farkımı oluşturuyor: Ben aç değilim, eşek gibi çalışıyorum çünkü, sıkıcı ama hayvanlar gibi başarılı olduğum bir işim var. Gidip insanlara bir şeyler satmaya çalışıyorum, onların denyoluklarını yüzlerine vurmuyorum, çevrelerinde bunu yapan kimse olmadığından bir süre onları sevdiğime dair bir algı oluşturuyorlar ve benden mal almaya devam ediyorlar, böylece ben de benimki gibi bir işten kazanılabilecek en iyi parayı kazanıyorum. Daha iyi kazanmak istiyorsam, alan değiştirmeliyim, bir gün yazarlıktan kazanabilen bir yazar olursam daha iyi kazanır mıyım ki? Neyse, satıcılığın sırrını da öğrenmiş oldunuz: İnsanların denyoluklarını yüzüne vurmayın, çünkü siz satıyorsunuz, onlar alıyorlar, denyoluk yapma imkanları var, sizin ise karşı-denyoluk yapma imkanınız yok. Bir süre sonra her şey düzeliyor, bütün mesele kurucu denyoluğa katlanmakta gizli. Gördüğünüz gibi, iyi bir satıcı olmak hem bana para kazandırıyor, hem de sizlere anlatacak sıkıcı öyküler bulabiliyorum. Saçmasapan insanlar tanıyorum ve düşünecek yeterli vaktim oluyor. Ayrıca, cebimde param olduğu için, sizin öykülerimi okumanıza ihtiyacım kalmıyor: Okurlarının zevkini önemsemek zorunda olmayan özgür ve özerk bir yazarım ben. Sevgili dostum Ali Mert’in nazik teklifi olmasaydı, vakit öldürmek için aldığım bu notlar benle beraber mezara gidecekti, şimdi ise internetin ruhani çöplüğünde özgürce dolaşıyorlar. Belki bir gün bir kitaba dönüşürler de babam mutlu olur: Nihayetinde itlik serserilik peşinde koşma yerine iş sahibi olmamdan memnun olsa da, bir entelektüel görüyordu bende o, bir iş adamı değil.
Fante ve Bukowski de kendilerinde birer yazar görmüşler ve o yazar olmuşlar. Tabii eşekler gibi çalışan, insanları çekmek zorunda olan ve bira içmek için mesainin bitişini beklemesi gereken ben için bu meşru bir kıskançlık nedeni. Fante, işte aç ve avare, Bukowski ise içiyor ve kavga ediyor ve yazar olmuşlar. Bense çalışmak zorundayım ve yazar olamadım. Çalışmak zorundayım; çünkü adını koyamadığım o garip his bunun aksinin imkansız olduğunu gösteriyor bana. İtlik serserilik döneminden arkadaşlarımdan böyle ayrıldım, üzgünüm, ilişkimiz devam edemez, benim yapım mümkün değil buna, çalışmak zorundayım, sorun sizde değil bende. O kadar da şikayetçi değilim, dediğim gibi bitmeyen bir saha çalışması gibi sürekli insanlarla görüşüyorum, ezelden beri yalnızlığı severim ve yollarda istediğim müziği dinleyebiliyorum. Çoğu zaman istediğim şeyleri yiyebiliyorum ve iki bira bir çerez parasını çok da kafaya takmıyorum, en azından şimdilik.
Nihayetinde, yine de katılıyorum genel itibariyle Fante ve Bukowski’ye: Hayat işte, geçip gidiyor.