Akşam olmak üzere. 35°C’lık yapış yapış bir günün ardından Güneş sakince batıyor. Akosombo’nun göl havasındaki, nefes aldırmayan nem de etkisini yitiriyor onla beraber. Volta Gölü’nün üzerinden otelin bulunduğu tepeye doğru, beyaz şimşek ışığıyla an be an aydınlanan kara bulutlar yaklaşıyor. Salvador Dali’nin resimlerindeki cehennem motifi gibi ürküten bulutlar ile içinde bulunduğum cennet arasında yaklaşık 20 dakika var. Yağmur geliyor; orası kesin. Gana’nın tropik yağmurları hep aynı:
Görüşü kör bırakan, serinletmeyen, sadece yıkayan, kısa ama yüklü yağmurlar. Ve artlarından gelen, bilim insanlarının “petrichor” ismini verdiği yağmur kokusu… Gana’ya gelmeden önce bu kokunun bu kadar yoğun ve güzel olabileceğini bilemezdim.
Hafta içi olduğu için otel pek kalabalık değil ama yine de havuza yalnız girebilmek için saatin 17:00’yi geçmesini bekliyorum. Muhtelif ağaç türlerinin arasındaki bu havuzda akşamın sessizliğiyle yüzmek Gana’daki en büyük keyiflerimden.
Plastik oyuncuklar, çocukların kayması için kaydıraklar yerleştirilmiş birkaç gün evvel havuz etrafına. Şu anda dağınık bir şekilde önümde duruyorlar; görevlilerin mesaisi bittiği için de yarına kadar öyle kalacaklar demek ki. Renkli dokuları, etraflarında çevrili olan yeşillikle o kadar büyük tezat oluşturuyor ki, bu anın sessizliğinin ortasında, gündüz onlarla oynayan çocukların kahkahaları havada asılıymış gibi geliyor.
Bu oyuncaklarla beraber etrafla tezat oluşturan bir diğer şey, çardak altındaki bar. Yerel dildeki ismini bile bir tabelaya kazımışlar: “Faanaa[1] Bar.” Çatının hemen altındaki tabelada, amatör bir grafik tasarımla hazırlanmış pizza menüsü: “Vejetaryen Pizza,” “Ton Balıklı Pizza” vs. Kıytırık tatil mekânlarından alışık olduğumuz bir görüntü. Şu anda Türkiye’yi ve tüm duygusal yükünü aklıma getirmemek için kafamı çeviriyorum hemen.
İlk akşamın gökyüzündeki mor lekelerinin ardından, etraftaki renkler matlaşmaya başlıyor. Az sonra her yer kapkara olacak. Nedense her gün yeniden şaşırıyorum: Dağlarla çevrili bir göl kasabası olan Akosombo’da karanlık bir anda çöküyor. Ama çökene kadarki kısa sürede gökyüzü sanki gamındaki her rengiyle büyülemek ister gibi. Gözlerim bir kere bir noktaya kilitlendikten sonra alamıyorum onları geri.
Ve gökyüzünün kararmasıyla böceklerin ve sineklerin dünyası yeniden uyanıyor. Kara kıta, bir eliyle ışığının şiddetini düşürürken, diğer eliyle de faunasının sesini açıyor gibi. Ağaçlara dikey asılmış floresan lambaların da çalışmasıyla bu seslerin sahiplerinin toplanması da başlıyor… Saniye saniye kalabalıklaşmalarını görmek mümkün. Göl tarafından yaklaşan bulutlardaki şimşeklerin anlık ışığı, aynı renkteki floresan lambalarınkiyle üst üste biniyor.
İşte tam bu anda gerçekleşiyor: Havuzun yüzeyine doğru pike yapan kuşlar görüyorum. Ama bir kuşun hareketindeki akıcılığın aksine, kanatlarını çırpışlarının bir kabalığı ve acemiliği var. Bir kuş gibi süzülmeyi bırakın, kanat çırpmayı bir an için bıraksalar sanki hemen düşecekler. Bu hayvanları artık iyiden iyiye çöken karanlıkta seçmek oldukça zor. Ne zaman ki yükseliyorlar yeniden, koyu gri gökyüzünü artlarına aldıkları anda, işte o zaman siluetleri ortaya çıkıyor. Sivri kanatlarıyla yarasa olduklarını o zaman anlıyorum: Pike yaparak havuzdan su içen kuşlar meğersem onlarmış. Peşi sıra geliyorlar. “Kanatlı, kör ve sakar fareler,” diye düşünüyorum.
Yirmi dakika öncesine görme duyum hâkimken, artık bir senfoninin ortasında buluyorum kendimi. Floresanların ve havuzun etrafındaki fenerlerin çevresinde toplanan böceklerin seslerine, ufak bedenlerine nazaran hacimli sesler çıkaran kurbağa ve kuşların kontrpuanı katılıyor. Aralarında, kendi kurallarına tabi bir armoni içindeler. Detone ses yok; hepsi uyumlu, hepsi gamda. İnsanlıktan çok daha öncesine ait, milyonlarca yıl boyunca provası yapılmış bir senfoni. Fransız besteci Olivier Messiaen’in bir sözünü hatırlıyorum hemen: “Doğa en yüce kaynaktır.” Hakikaten, zaman ve coğrafyadan bağımsız olarak, doğanın sesi hepimizde benzer duyguları ve mistik düşünceleri uyandırıyor. Ona ait sesler etrafımı sarmışken, zaman lineer akıcılığını yitiriyor, duyularım hiç olmadığı kadar faaliyete geçiyor ve tüm bedenim sonsuz küçüklükte iletişimlere başlıyor.
“İlham al,” diyor gibi sanki. Bir gizemi anlatıyor. Bu gizemli tünelin sonunda bazı yanıtlara varacağıma inandırıyor beni. Hiçbir şeyi dikte etmiyor, hiçbir şeyi bir tepside sunmuyor. “Ben buradayım, hep de buradaydım,” diyor. “Hem içindeyim, hem dışında. İsteyen gelip bulabilir.”