Gana’yı seviyorum; hele hele bulunduğum bölge olan doğa harikası Akosombo’yu daha da fazla seviyorum. Tropik iklimin tipik bir örneği olan ülkenin bu güzel kasabası, yılın en az altı ayı boyunca aldığı yağmurlar sayesinde göz alıcı bir yeşile ve doğaya sahip. Dünyanın en büyük yapay gölü Volta’nın kenarındaki bu yerde çalışmak ve yaşamak, yerel halkın sıcaklığı ile birlikte oldukça keyifli oluyor. Çok az nüfusun ve otomobilin olduğu bu kasabada ne bir korna sesi, ne bir trafik sıkışıklığı ne de en ufak bir kargaşa var. Cennetten bir köşe adeta.
Ama bu demek değil ki bizim için burada yaşamanın kendine has zorlukları ve gariplikleri yok. Gana ve Akosombo’ya dair güzelliklerin nicesini zaten herhangi bir seyahat sitesinde öğrenebilirsiniz. Ancak hepimiz biliyoruz ki bir ülkenin yaşantısına dair asıl gerçekler orada bir süre zaman geçirince, yerel halkla her konuda haşır neşir olunca, hele hele asıl o ülkede çalıştığınız zaman ortaya çıkıyor.
Devletin üst düzey yöneticilerinden bürokratlarına, tersanede çalıştıracağımız işçiden bize yemek pişirecek olan şefimize kadar birçok Ganalıyla muhatap oluyor, yerel halkın her katmanından insanla iletişime geçiyoruz. Bu noktada, Gana’nın eski bir İngiliz sömürgesi olmasından dolayı resmi dilin İngilizce olduğunu (İngilizcenin dışında seksene yakın yerel dil bulunmakta) ama konu dil olunca her şeyin öyle güllük gülistanlık olmadığını hemen belirteyim. Bulunduğumuz bölge olan Akosombo, başkent Akra gibi gelişmiş şehirlere nazaran biraz geri kalmış olduğu için konuşulan İngilizcenin düzeyi öyle pek ahım şahım değil. Dolayısıyla burada bir Ganalının bir Amerikalı turistle konuşurken bazen anlaşmakta zorlandığını bile görüyorum. Uzun süredir burada yaşamış, bir devlet kurumunda yönetici olan ve bir Ganalıyla da evlenmiş bir İngiliz dostumuz M., bile, “Ganalılarla konuşurken İngilizcemi yavaşlatmak zorundayım,” diyordu. “Hatta sanırım bundan İngilizcem çokça etkilendi ki İngiltere’ye gittiğim zaman dostlarım, ‘M., konuşman ne kadar yavaşlamış!’ diyorlar.”
Ganalılar hızla yapılan, çetrefilli kelimeler içeren konuşmaları anlamakta bazen güçlük çekebiliyorlar. Bir de ilginç bir şekilde bazen kendileri de büyük dilbilgisi hataları yapıyor. Bize yemek yapan şefimiz S. ile ilk tanıştığımızda kendisine kaç çocuğu olduğunu sormuştum:
“İki,” demişti S. Cinsiyetleri için de, “Bir oğlan ve bir ikiz,”[1] diye eklemişti ardından.
“‘İkiz’ ne demek, S.?”
“Aynısından iki tane yani.”
“‘İkiz’in anlamını biliyorum. Ama o zaman üç çocuğun olmuyor mu?”
“Doğru ama birisi ikiz işte.”
Sanırım asıl yerel dili olan Twi’ye ait bir dilbilgisi özelliğinden dolayı böyle bozuk bir ifade kullanıyordu. Biliyorum, bu söylediğime pek inanmayacaksınız ama asıl şaşkınlığımı, evini ziyaret edip dört çocuğu olduğunu gördüğüm an yaşamıştım! Peki bu durumu ona sordum mu? Konusunu bile açmadım. Gana’da yaşadıkça, böyle gariplikler sıradanlaşıyor.
İvedi ve verimli bir şekilde anlaşmanın zor olduğu Ganalılarla bir diğer sınavımızı da –tahmin edebileceğiniz gibi– telefonda veriyoruz. GSM hatlarının vasatlığının yanında, hattın diğer ucundaki Ganalının cep telefonunun da kötü ya da eski olması durumunda, o Ganalının boğuk ve ekolu sesindeki İngilizceyi anlamanıza imkân yok. Hele bir de o Ganalıyla hararetli bir şekilde kavga ettiğinizi düşünün. Gana’da şu cümleyi telefonda kaç kere söylemişimdir, kim bilir: “Ne dediğini anlayamıyorum; bu konuyu yüz yüze gelince tartışabilir miyiz lütfen?”
Gana’ya gelmeden önce başkalarından da duyduğum bir diğer konu da fiyatlar… Gana devletinin katma değer vergisi toplama kabiliyeti pek gelişkin olmadığı için hiçbir yerde bir fiyat birliği yok. Bunun sizde yarattığı mütemadi his de ister istemez, “Yahu, galiba kazıklanıyorum!” oluyor. Pazar yerinde aynı tezgâha bakan iki kıza plantainin[2] fiyatını sorduğunuzda, ikisinin ağzından aynı anda farklı fiyatlar duymanız gündelik bir olay. Hadi pekâlâ, orası pazar yeri… Aynı malı satan yan yana iki dükkânda da bunu yaşıyorsunuz. Fiyatları arasında aptal yerine koyulduğunuzu hissettiren farklar olabiliyor. Bu endişeyi her gün, her alışverişinizde yaşadığınızı düşünün şimdi.
Ama düşünemezsiniz… Yaşamadan, ben de düşünemezmişim. Bu sürekli duyduğunuz “Kazıklanıyor muyum acaba?” hissi sizi zamanla daha asabi ve daha pazarlıkçı bir kişi haline getiriyor. Kendinizi bir ya da iki cedi[3] için sıkı sıkıya pazarlık yaparken buluyorsunuz bazen: “Yahu yan dükkândaki kız senin yarı fiyatına satıyordu bu alet takımını! Obruni[4] olduğum için mi yapıyorsun bunu bana?” Alnınızda boncuk boncuk terler, yüzünüz kıpkırmızı bir şekilde ayrılıyorsunuz pazarlık yaptığınız çoğu dükkândan. Böyle ufak meblağlar için kıyasıya pazarlık yapmanızdan da utanmamaya başlıyorsunuz bir süre sonra.
Tabii ki bir de bütün dünyanın diline dolanmış “Afrika zamanı” durumu var. Devletle ilgili olsun, özel sektörle ilgili olsun, bu hiç fark etmiyor: İşler çok yavaş ilerliyor. Mühletlere ve randevulara dair verilen sözler çoğu zaman tutulmuyor. Bunun neden olduğunu sorduğunuzda da cevap her zaman hazır: “Burası Afrika.” O yüzden biz de bir Ganalı çalışanımıza bir buluşma saati söylediğimiz ya da bir iş için mühlet verdiğimiz zaman, cümlenin sonuna mutlaka ekliyoruz: “Afrika zamanı değil ama… Dünya zamanı. Tamam?”
Düşünüyorum… Bir insan yeni bir yere ne zaman alışır? Ve hatta ne zaman kendini oralı gibi hissetmeye başlar? Hele ki kendi kültürü ve görgüsüne ters gelen bariz şeyler varken?
Kemal’le benim de İngilizce konuşmamız zamanla Ganalılarla rahatça anlaşacağımız tempoya düştü. Telefonda tartışmayı bırakın, doğru düzgün bir iletişim kurmaktan yine fersahlarca uzaktayız ama artık hemen telefon konuşmasının başında, “Lütfen bir araya gelelim, yüz yüze konuşalım,” diyoruz ve iki tarafın da canı sıkılmadan, bir buluşma için sözleşiyoruz. Pazarlık konusunda da ustalık mertebesine geldiğimizden eminiz; nasıl olsa birer Türk olarak antrenmanlıyız! Ve son olarak, “Afrika zamanı”na ister istemez biz de tâbi olduk; bu kaçınılmaz bir şey. Dakikliğin önemli olduğu durumlarda ise Ganalı muhatabımıza erken bir saat söyleyerek durumu aşıyoruz.
Ve bunlar olurken, sanırım asabiyet eşiğimiz ve Ganalılara olan sevgimiz de artıyor. Kızgınlık yerini empatiye bırakıyor. Uzun yıllar boyunca sömürgelik yaşamış bir halkta, çalışma kültürünün neden oluşmadığını, yerlilerin birçoğunda iş ahlakının neden köklenmediğini ve geri kalmışlıklarını çok daha berrak bir şekilde görebiliyoruz. Ve zihnimizin vardığı bu noktadan sonra, yaşadıkları haksızlıklara rağmen nasıl bu kadar sıcakkanlı, hırssız ve sevgi dolu insanlar olabildiklerine hayran kalıyoruz. İşte o zaman diyebiliyorum: “Sanırım Ganalılaşıyorum!”
[1] “One boy and one twin.”
[2] Muzun bir kültivarı olan ama muzun aksine, tatlı olmayan ve mutlaka pişirilerek ya da farklı bir işlemden geçirilerek yenen meyve.
[3] Gana’nın para birimi. Yaklaşık olarak bir cedi, bir liraya tekabül ediyor.
[4] Gana’daki en popüler yerel dil olan Akan’da “beyaz adam.” Ganalılar, ırktan bağımsız olarak, kendileri gibi siyahî olmayan herkese bu isimle hitap ederler.
Emre Karacaoğlu
Evet güzel ben gana yi seviyorum ilgimi çekti çok fazla
Harika yerlr