…İşte sevgili yazarım, ben bu alacakaranlığın bekçisiyim. Biliyorum, bu yürüyüş aniden bitiverecek, beni bu arafta taşıyan o incecik şey dayanamayıp kopacak, belki de ben yorulup boşluğa bırakacağım kendimi sonunda. Asıl sorun da o zaman başlayacak. Bu iki cehennemden birini seçmek zorunda kalacağım. Sahte bir panayırı ya da acımasız bir şehir hayaletini bağrıma basacağım. Bazen, bütün o görüntüler sanki tek bir dünyanın yansımalarıymış gibi iç içe geçiyor. Birbirine dönüşen yüzler görüyorum. İki dünyanın tekinsiz sakinleri çıkıyor karşıma. Kapıyı aralayıp başını uzatmış genç kız birden bir kirpi kadın oluyor, gözlerini yere dikip yavaşça çekiliyor içeri. Bir bebek, annesinin kucağında ağlarken, ısırıp can yakan, zehirli bir balık haline geliyor. İşaretler gelip buluyorlar beni. Havada uçuşan kuzguni bir tüy, felaket habercisi gibi peşimi bırakmıyor…
Billur Şentürk’ün Alakarga Yayıncılık’tan çıkan öykü kitabı “Mirnanın Elleri”nin son öyküsünden bu pasaj, kitabın ve Şentürk’ün muhayyile dünyasının bir özeti gibi adeta. Bu öykülerdeki kişiler, nesneler ve hayvanlar birer sembol mü? Yoksa Carl Jung’un ortak bilinç kavramındaki binlerce yıllık arketipler mi? Ya da sürrealistlerin kullanmaktan büyük haz aldığı, sadece kendi başlarına anlamları olan ve her öykünün kendi evreninde baştan yaratılan ve tanımlanan imgeler mi? Şentürk’ün muğlâkta bıraktığı bu durum onun öykü dünyasının en keyifli yanı. Okuyucuyu güzel bulmacalar bekliyor.
“Mirnanın Elleri”nin böylesine mistik, hatta içrek bir havası var –okuyucuya daha önceden duyumsamadığı tatlar sunuyor. Ama bir yandan da son derece modern öyküler bunlar: Her biri gündelik hayatta, ilk bakışta tanıdık gözüken ortamlarda geçiyor ve gündelik ilişkileri ele alıyor. İşte bu esnada, Şentürk kullandığı rüyamsı dille bizleri gündelik hayatın ötesinde, gidilmedik yerlere, varoluşun bilinmedik, bahsedilmemiş ücralarına taşıyor. Tasvirini yaptığı manzaralar bir anda gerçeküstü bir edaya bürünürken eş zamanlı olarak Poe’nun, hatta bazen Lovecraft’in aktardığı âlemler zihnimizde cereyan ediyor.
Yazarın çıkış noktaları ise hep bilindik, hepimizin deneyimlediği, son derece insansı hisler: sevgi, dostluk, annelik vs. Öykülerdeki empati duygusu çok yoğun. Başka insanların, dünyanın, doğanın acısı ve mutlulukları yazarın ussal fitlersinden geçerek bizlere en can alıcı biçimlerde sunuluyor. Kitaba ismini veren öyküden şu alıntı bu gerçeği güzelce ifşa edebilir:
…Hanımlar, Beyler, kusura bakmayın, bu güneş, güneşiniz sizin olsun, bana çok fazla. Bana kendi gölgelerinizden birer parça verin, yeter. İnanın, siz sevmezsiniz belki gölgelerinizi ama, benim gibi kuytularda yaşamaya alışmış biri için idealdir. Kimsenin insafı yoktu. Besbelli gölgelerini evde bırakmışlardı. Bense yüzümü nereye saklayacağımı bilemiyor, sürükleniyordum. O sırada bir çocuk ağlaması duydum. Az ötede bir kadın küçük bir oğlanı kucağında sallıyor, emziğini verip susturmaya çalışıyor ama bir türlü avutamıyordu. Sonra ne olduysa, sinirlenip çocuğu önündeki bebek arabasına attı, arkasından da hırsını alamayıp yüzüne bir tokat indirdi. Acıyla irkildim. Çok tuhaf! Tokadı yüzümün ortasında hissetmiştim. Yanaklarım, dudaklarım uyuşmuş, gerçekten tokat yemiş gibi, hücum eden kanla yanıyordu…
Gündelik duygu ve dertlerden yola çıkarak gerçeküstü bir platforma çıkan Şentürk’ün öyküleri, edebiyatı bir zaman geçirme edimi olarak görmeyen, aksine onu hayatın merkezine koyup onla varoluşu anlamlandırmaya çalışan okuyucuların ilgiyle okuyacağı bir çalışma: 76 sayfada dokuz öykü ve buna denk gelen dokuz bulmaca.
“Mirnanın Elleri”
Billur Şentürk
Alakarga Yayıncılık
76 Sayfa
Emre Karacaoğlu