Bu kadar

Obey

 

Litrelerce alkol teslimiyetin simgesi, seksin kilidi, günahın grafitisi: Hatırlanmayan güzellikler, yok sayılan bedenler. Üzerinde kalan tek şey ise içtiğin sigaranın kokusu. Tüket ki hayat insanlara kalsın, korku ise kadim dostun olarak anılsın.

Bir “akıl tutulması” mı bu? Çünkü zafiyet asla kapanmayacak bir yaradır. Her kabuk tuttuğunu sandığında ertesi günün devam ettiğini hatırlatır biri sana: İşinde, bir tokatla, kulakları yırtan kornasıyla taksici, tüküren insan…

Beden yazdıkça boşalır, alkolle dolar: İçersin, rahatlarsın, derken dolarsın ve batarsın… Kimi için artan azot miktarıdır ölüm. İlla ki mantıklı bir ölüm sebebin vardır. Yoksa boktan var etmek sadece sana has bir eylem olmazdı. Bir de tanımlayamadığın ölüm biçimi vardır. Kimi der ki, “Ruhu çıplaktı”; bir diğeri ise “Bilmem kaçıncı kez ırzına geçilmişti, artık dayanamadı”. Bir diğeri ise elini açmış gökyüzüne, herkes Tanrı’yı aradığını zannederken gözleri aslında şükrediyordur göçüp gittiğine.

eylul7Yine alkol… Yeni bir mekân. 6-7 Eylül olaylarında o binaya, o odaya, o depoya sığınanların hikayesi vuruyor aynalardan suratına. Oturduğunda kalkmak istemeden ve farkında olmadan içine sinen isli bir tecavüz sahnesi. “Barda”, sadece bir filmdi. Ancak Rumsan, Ermeniysen, Museviysen barda içtiğin her yudum, böbreklerinden beynine çalışan mekanizmanın acı acı öğütmesidir anılarını.

Kontrol edilebilir tutkunun ötesinde bir acı. Boş bir akıl. Bir şarkının sözleri… Film yeniden başlıyor: Bugün, dün, önceki gün, günler… Sevgi bir yatırım olsaydı keşke, diyor şair: Birazı sana, birazı bana, gül gibi göçüp giderdik toprağın altına; ne söven olurdu arkamızdan “hırsız” diye, ne de ağıtlar olurdu dinimize dökülen…

İn, çık; yine in, yine çık… Daha şimdiden yoruldum. Sevginin kararsızlığı ve bencilliği sıkıştırıyor kalbimi. Bir kimlik bunalımı mı yoksa yaşadıklarım? Öyle olsa bile ne bok yediğimi Moda’nın sokaklarına asla anlatamadım. Ancak yürürken üzerlerinde arnavut kaldırımların, tıpkı ruhumu süzen bir melek gibi, toplarlar düşüncelerimi. Kelimeler o kadar hızla kayıyor ki ellerimden, o kadar çabuk düşüyor ki yere ne olup bittiğini anladığımda sadece gülüyorlar: Ne abartı, ne de pis bir sırıtış.

O sırada sahneye, tüketmek istediğim bir kitap ve bir de müzik çıksın istiyorum. Hakan Günday ve Daughter. Ve bir otobüs yolculuğu… Bitmesini istemiyorum. Sadece güneşi takip edelim. Sadece… Gerisi hikâye. “Evet”, diyorum: Müzik ve kitap ruhun gıdası olsaydı pedofillerin, yazarlar kadar özgürce tecavüz edebildiği evrende, öfke ve acı da bedenin gıdası olurdu. Hiçbirimiz erken yaşlanmazdık ya da sadece benciller yaşardı.

Fatih’e bile kalmayan İstanbul’da ben, yüreğime oturmuş bir öküzle nefes almaya çalışıyorum. Doktorların o gece evde yaptıkları ilk müdahalede durumum “normaldi”. Oysa düzenli nefes alış verişin ölüm için yeterli olabileceğini asla akıl etmemişlerdi. Tükenmişlik sendromunun yan etkisi… Her şeyin tüketilmesinin yarattığı bir varoluş hikayesidir insanoğlu. 18’ine gelmeden 18’inde hisseden ergen bebesi ile 30’unu çoktan geçmiş ancak kendisini 22 diye tanımlayan kart bir kevaşenin hikâyesi ile kesişir insanlığın dramı.

Hemen tüketin. İnsanlık, temel hızlı tüketim maddesi. Sabah kalktığında hiçbir şey yokmuş gibi davranmak bile bunun ilk ve her daim örneği olmaya aday. Hızla tüketin: duygunuzu, acınızı, sevginizi, aşkınızı, nefretinizi; hemen, öfkeyle, şiddetle dışavurun. Dışavurun ki sabah işe gittiğinizde kafanız bomboş, kalbiniz ferah, bedeninizdeki tek yük giymiş olduğunuz takım elbise ya da yırtık pırtık “sweet” şört olsun.

Gecenin bir kahve ile biteceğini, sonrasında ise yatağa gideceğinizi hiçbir zaman hayal etmeyin. Aslında tükenmek için etmeniz gerekir. Ancak kaçımız biliriz ki son kullanma tarihimizi?

Seks asla “sadece seks” değildir. Ruhların değiş tokuşudur bu git gel hareketi. Denizlerin önce gelerek kapattığı sonra çekilerek açtığı İngiltere’nin kuzey kıyılarındaki doğa gösterisi, bir mucizedir. Biraz küçük çaplıdır ancak sen insan olarak bu mucizeyi, ilk boşalmanda tüketmek için yaşarsın. Sonucunu düşünmeden.

Ölümcül yedi günah “sabrın uğradığı tecavüz”dür.

Bu kadar. Fazlası için daha fazla anı, daha fazla taciz, daha fazla günah, daha fazla seks ve daha fazla tüketim değildir. Gerekli olan tek şey Tanrı’ya her defasında ilk kez yalvarırmış gibi dua etmene sebep olacak bir başka “keşke dursa zaman” diyeceğin bir andır. Bu kadar.

Acı verici bir durum. Pilavın üzerine konan bir çift yeşil bibermiş gibi pazarlar hayat bize acıyı. 25. karede kocaman bir “nah” vardır. Hiçbir zaman göremediğin, fark edemediğin ancak bilincinin bir köşesinde var olan, alttan alta bedenini saran bir şeydir. Bu kadar.

Kelimelerimi tüketmem sadece 30 dakika… Kahvem bitti. Ellerim hissizleşti. Mesajlar karşılıksız kaldı. Bu kadar.

“Eğer bir hata yaptıysan bari onu doğru yap” der Bad’lik Amiri. Emir demiri keser. Ancak Ziya Hurşit bile bir hiç uğruna güle güle gider “düğününe”, beyazlar içerisinde. Beyazın her ne kadar bir temizlik abidesi olduğunda diretsen de, aslında her türlü pisliğin sembolüdür. Bu kadar.

Küfürler ediliyor kahkahalar eşliğinde. Kaç annenin ırzına geçildi dün gece inan hatırlamıyorum ama ebelerin günahlarının bacaklarımız yerine kafalarımızdan tutup da bizi hayata çekmek olduğunu biliyorum. Annelerinin kendilerini doğurmak yerine kustuğunu, bir eğitim zaiyatı ya da yanlış hedefe harcanan son kurşun olduklarını düşünen teknoloji dönemi çocukları, başlarına geleceklerden bihaber yeni oyuncaklarıyla hayatlarını boşaltırlar. Bu kadar.

“Bu kadar”ıda fazla ama demek için çok gençsin. Sevinmelisin buna. Çünkü doğduğuna bile bu kadar sevinmemişti annen, baban ve ablan. Hayata gelmen aslında bencilliğin artacağı, evde daha fazla oksijen tüketileceği, cepteki deliğin götteki delikle yarışmaya başlayacağı ve daha çok cami avlusu esprilerinin yapılacağı anlamına gelmekteydi. Bu kadar.

çiçekSen, çiçek çocuk. Polisin karşısında küfür etmeden, öldürülmek için hedef alınmadan nasıl bu kadar asi olabiliyorsun?! Niye çiçek çocuklara benzetiyorlar bizi biliyor musun? Çünkü gaz fişeğinin isabet ettiği her baş, aslında bir lale soğanıdır. Ve nasıl da güzel açar! Bilemezsin… Mayıs’ı görmeden hiçbir şeyi bilemezsin. Sadece isyan edersin. Şımarıklık bir sanattır, teknoloji ise mertliğin sembolü. Biri soğanı diker. Gecenin karanlığı laleye can verir. Paylaştıkça çoğalan haz, öfke olacağına hayrettir aslında. Bencilsindir. Bu kadar!

Aşkı yaşayan travmalarımızdır aslında. Onlar o an, o gece, o ikiz yatakta birbirlerini becerir. Biz ise sadece düşünürüz, izleriz, gülemeyiz ama önemsemeyiz de. Daha çok istemek ile daha çok nefret etmek arasındaki ince çizgide gezinmek yerine, sadece ve sadece içeriz! İki şişe bomonti, filtresiz. Bak bu sefer “unfiltered” demedim. Hatırlama bunları. Sadece iç. Bu kadar!

Bugün de kustum bebeğim. Bugün de… Çalabildiğim tek enstrüman, hayatta biriken pisliklerimi bir anda boşaltmak artık. Eskiden dönemseldi: Sırtım ağrımaz, kalbim pahada hafif, kahvem hep taze ve gece hep gündüz. Keyfin paylaşılabilir, benimse bencil olduğum o evde ben her gece, sen de bir ben de hiç kez ölüp ölüp dirilirdim. Çünkü en güvendiğim yer her zaman toprağın altı olmuştur: Girmesi zor ancak çıkmasının daha zor olduğu ebedi istirahatın kök saldığı kutsal mabet… Bu kadar!

Demekle bitmeyen bir “kadar”lar silsilesi… Ne zaman sonu gelir bilmiyorum ancak tutamadığım tek şey parmaklarım değil. Ben yönetmiyorum onları. Eskiden romantizm yaşardı kağıtla kalem. Tek tanık ise parmaklardı zihnin gözcülüğünü yapan. Herkesin “içimdekileri yazıyorum” dediği aslında zihnin hayran kaldığı tutkuya düzülen methiyeden ibaretti. Bu kadar!

Şizofrenin kaldırabildiği kimlik sayısını sorsan bilmem. Ancak o bile kimliklerinden başlar tüketmeye: Daha çok tüketin, daha hızlı tüketim. Bu kadar!

Unutma: “İnsanın kendini önemsemesi, kendisinin kiralık katilidir. Bencillerse yaşarlar.” – Bad’lik Amiri, 10-11

 

Kağan Konçak