Babam için dünya büyülü bir yerdi. Çok önemli bir şey olmasa da, insanlara ve topluma dair bir gözlem yapmak onu heyecanlandırırdı. Hele bir de tespiti eğitimli olduğu biri tarafından değer görünce ve daha derinlemesine açıklanmaya başlayınca keyiften dört köşe olurdu. Tespitlerinin derinlemesine açıklanması onu büyülerdi: Zihninin yeni bir yere gittiğini hissettiği gözlerinden belli olurdu.
Bu, ne yazık ki onu, uyduruk köşe yazarlarından, kişisel gelişim kitaplarından ve kendine güvenen hatiplerden etkilenmeye açık bir hale getirirdi. Hele bir de birisinin bir şekilde değerli olduğuna inanması, bu sıkıcı adamların karşısında ciddi bir iş yapıyormuşçasına dururdu. O emekli valilerin, kaymakamların, milletvekilleri ve belediye başkanlarının ve taşra profesörlerinin yanında zor dururdum ve babama “Allah aşkına bu adamlar içini sıkmıyor mu” dememek için kendimi zor tutar, zihnimi gün içinde yapacağım şeylere ya da ne biliyim, dinazorların neden yok olduğu sorusuna yönlendirmeye çalışırdım.
Özenle okuttuğu oğlu olarak onu daha iyi kaynaklarla tanıştırmak için elimden geleni yaptım. Gündelik bir dille yazıldığını düşündüğüm etnografiler, vaka örnekleri vesilesiyle bir kısım heyecanlandırdı onu. Ancak, üzerine doktora tezi yazmaya giriştiğim, Oğuz Atay ve benzeri yazarlar, modern şairler, bunlarla beraber WoodyAllen filmleri ona pek hitap etmedi. Gene de, bir yurttaşlık göreviymiş gibi okudu Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni. O gazla Canistan’ı da okudu. Öncesinde Sait Faik’e de girişmiş ve bayağı da keyif almıştı.
Bense şimdi, birisi bir şey anlattığında, dinlenmesi gerekenlerden oldum sayılır. Genel bir alışkanlık olarak da eğer aklıma bir fikir gelirse ya da bir şey dikkatimi çekerse uzun uzun düşünüyorum onun üstüne. Gene de bazen bir gözlem yapıp bırakıyorum öylece: Çarpıcı bir tespit yapmaya çalışıyor ve duruyorum, üstüne fazla düşünmüyor, kendi kendimi şaşkınlığa bırakıyorum. Gelip babamın bu tespit üzerine biraz konuşmasını ve belki bir anekdot anlatmasını bekliyorum.
Yazı:Musa Acar
İllüstrasyon: Robert Klos