Temiz Önlüğüm Kaçıncı Tenefüste Kirlenir Baba

Bugün okullar açıldı baba. Ağustos böceği kızın aslında Temmuz böceği, haberin bile yok.

Hem istediğin gibi bir kızın olsa, her dolunayda sever misin acaba onu Ay ışığında?

Bir gün bir gazete sayfasında vergi rekortmeni haberinde olmamı beklerken sen, üçüncü sayfaya hazırlıyorum kendimi ben. Belki elimde, belki dilimde, belki rahmimde vişne lekeli bir fotoğrafım ile. O dönemin vergi rekortmeni kim ise, ona çektireceğim bu fotoğrafımı.

Dönmek için asla söz vermedim sana. Annemi al yatağın başındaki çekmeceye sakla.

Boş olsun, kurşunlarını makyaj kutusuna diz. Ben onu öyle de severim, senin bundan bile haberin yok, baba.

1990-91 eğitimime başladığım sabahı hatırlar mısın? Sen aslında en arabeskinden katilimsin, belki de her gün dirilten-hani şu dövmelerde yazdırdıkları cinsten. Sabahları rüyamda kelebeklerin tırtıllığını yırttığı evrelerinde, yüzünde traş köpüğüyle bö’ leyerek uyandırırdın beni. Sen bunu da bilmezsin, ben sen odama girdiğin anda sezerdim kokunu. Korkmuş numarası yapardım, sarılıp sakinleştirirsin diye. Bir kaşık pekmezi zorla içirmeye çalışasın diye değil. Kim bilir belki sırf sana inat verem oldu ciğerlerim sonraki yıllarda.

Otuz yılımı doldurmamı beklemediğini biliyorum, beni ilk kez kız çocuğun olarak gördüğün o akşamüstü; Beşiktaş’ ta rakısını içmeyi çok istediğin ama ak sakallı babana yenildiğin o sofrada, anason kokusu bile yetti sana ‘sağlık sorunların var, artık çocuk doğurman gerekli’ demen için. Ki ben sana bugüne dek bırak sevgilim olanı, hoşlandığım bir adamı bile çaktırmadım. Antika radyoyum ben evet efendi, bir adam severim her ömrümde. O adamı alır karşına vazolar koyarım. Sonrası olursa, ki olmasın diye sıvazlarım kalbimi her gece yatağımda, adını bile tanımazsın-kararlıyım. Dalga boyum uzun benim, sen korkma; benim vergilerim o arafta.

Seni dün aradığımda, belki seninle geçen sıkıntıdan patlayıp zerre belli etmediğim Pazar günlerin hatırına. ‘O balkonu sarmaşıkla kaplayalım baba’ dediğimde, ‘ne sarmaşığı, çok istiyorsan gelirsin alırsın sarmaşığı, dikersin balkonun kenarına’ dediğinde sana oyuncak silahlar almak istedim. Sokaklarda polisler kafasına göre sıkacağına plastik mermileri, sen sık isterim plastik boncuk gibi mermileri.

Sen ki, ben ’eminim bu Selda Bağcan’ ın sesi’ dediğimde bile ‘yok cAnım! sen bilmiyorsun’ diyebilen bir adamsın. Çoğunlukla çatık kaşlı, bıyık altından sessiz sessiz kıkırdamalı. Beni ilkokul birde okula bıraktığın o sabah, kapıda durup bana bakışından biliyorum. Sen de beni seviyo’sun.

Kucağına hop atlayıp avcunu ısırmaya çalıştığım o gün ‘sen de büyüdüğünde onlar gibi olacaksın’ dediğinde, gökyüzündeki bütün elmalar dayanamayıp düştü yere. O günden beri tüm elmaları kaldırıyorum yerden, ısırıyorum bir bir, elbet biri zehirleyecek beni; onlar gibi olamadım baba. Neden hala inanmazsın ayna’na.

O, Selda Bağcan’ ın sesiydi. Sonra cd’sini eline tutuşturduğumda gözünü kaçırmandan bile belliydi.

Bir diğer yazım bir adama olacaktı elbette, adamsız yazı olmaz olsun bu dünyada. Aşık olmak da zor be Recep Tayyip Erdoğan, sen ne zaman böyle anlayışsız oldun? Ne zaman yakıp yıkmayı onayladın? Bir ihtimal gelirsin diye o parka, çökersin bizimle aynı boya, sorarsın ‘nedir derdiniz a bozolar’ diye; her polisin günü bekledik be adam. Anlamadım ki seni kırgın uzaylılar aldı götürdü de başka bir karaktere mi programladı, sonuçta sen de babasın be hocam. Yoksa sen de mi inanmıyorsun Selda Bağcan’ ın sesini bilmediğimize? Çık git aklımdan efendi, bana bir zorba yeter bu taş gibi hayatta.

 

Ali Mert’ ciğim seslendi geçenlerde yine 🙂

‘Yeni yazı yok mu yeni yazı?’

‘amaaaan be’, dedim

‘şu an yok, belki üç dakika sonra var belki üç gün sonra.’

Sağolsun delikanlı adam, keyfime bıraktı.

Bıraktı ama (hehehe) sonraki mesajıyla bir kek kalıbı taktiği uyguladı: ‘Irak seyahatini yazsana mesela’

‘Yav he he, yazarım onu da, aşkı da yazarım, müziği de, babamı da, dedemi de. Nasıl olsa ben yazar değilim.’ dedim.

yazdım, hatta yazmıştım; al sana Irak seyahatimden hatırladığım..

 

fotoğraf 11

27.yaşımın belamı aradığım kadınlar günü hikayem oldu.

Bir köprü arada deli nehir, uçlarda iki bayrak kafa tutuyor birbirine. Dün geceden beri köprü üstünde dokuzuncu saatim ve asker beni fransız zannedip türk askerinin gücünü anlatıyor. Kürt’ü geçmiş fransız’ı suçluyor bana. İçine baka baka söylendiği uykusuz gözlerim öyle boş ki gerçekten yabancıyım şu an her devletin her askerine, sınırına, derdine. Komutanı yokken bana askerliğini söktürmeye çalışan askerin yanından ayrılırken limasollu annemin kıbrıs savaşında türk askerlerinin tedavi gördüğü hastanede gönüllü hemşire olduğundan; onlarca türk askerinin hayatını kurtardığından, babamın ise Liceli olduğundan bahsediyorum. Özetle, türkçe konuşuyor olmam şok ediyor; bana saydığı küfürleri, fantezileri anlamış olmam feci utandırıyor. Neyse ki pişkin değilmiş diyorum içimden.. Kalan altı saatlik karayolu ve iki saatlik havayolu ve bir saatlik kadıköy dönüş yolu sonrası evime dönüp uyusam da o yüz ifadesini asla unutmayacağımı biliyorum, en azından.

Aradaki köprü üstündeyim hâlâ. komutan ne idüğü belli olmayan bana kahve uzatıyor. arkadan muavin çocuk sesleniyor yola çıkıyoruz diye. kahveyi alıyorum. Allah kolaylık versin, diyorum herkese. Sesimi Irak bayrağı civarındaki kürt askerlere de duyuruyorum. İyi niyetli her cümleyi hangi dil olursa olsun anlar insan çünkü. Köprüde otobüsüme yaklaşırken belamı arıyorum diye kendime söyleniyorum ama başımı dik tutmaktan da vazgeçmiyorum. Buradaki sınırları aşıyor anılarım, kaos dolu hayatımı hızlıca düşünüyorum. Altımdan geçen nehir sesi gibi akıyor isimler, hatıralar daha dikleşiyor omuzlarım soğuk kar rüzgarına rağmen. Çünkü özellikle bir kadın olarak hiçbir köprüde hiçbir ayıya dayı demedim ben, demeyeceğim de ben.

Irak/Kürdistan – Türkiye sınırı
8 Mart 2013 – Dünya Kadınlar Günü

tek bir yıldız altında

rastlantıdan, onu gereklilik olarak adlandırdığım için özür dilerim. Eğer yanılıyorsam, gereklilikten de özür dilerim. Mutluluk onu sanki benimmiş gibi aldığım için kızmasın bana ölüler anılarımda yanıp söndükleri için ne olur darılmasınlar zamandan, dünyanın bir saniye içinde gözden kaçırılan çokluğu adına özür dilerim. Eski aşkımdan yenisini ilk sandığım için özür dilerim. Uzak savaşlar, evime çiçek getirdiğim için bağışlayın beni. Kanayan yaralar, parmağıma iğne battı, bağışlayın. Uçurumdan bağıranlar, menueti çaldığım plak için özür dilerim. İstasyondakiler, sabah beşteki uykum için özür dilerim. Kışkırtılan umut, bazen gülüyorum affet. Çöller, bir kaşık suyla koşmuyorum diye affedin beni ve sen atmaca, hani yıllarca aynı hep aynı kafes içinde, devinimsiz aynı noktaya bakan doldurulmuş olsan bile hoşgör beni. Kesilmiş ağaçtan masanın dört ayağı adına özür dilerim. Büyük sorulardan, küçük yanıtlar için özür dilerim. Gerçek, bana pek önem verme ağırbaşlılık, göster bana yüce ruhunu varlığın gizi, dayan eteğinin kuyruğundan ipleri yoluşuma ruhum, beni suçlama, sana ara sıra sahip olabildiğim için her şeyden, her yerde olamadığım için özür dilerim herkesten, herkes olamadığım için özür dilerim. Biliyorum aklamaz hiç bir şey beni yaşadığım sürece çünkü, kendim, yine kendim engelim. Dilim, bana kızma acı sözleri ödünç alıyorum. Ve sonra onları daha yumuşak göstermek için çabalıyorum diye

poezje -1987

fotoğraf 33

Neyse efendim işte, Jean Baudrillard demiş ki;

”Fotoğraf sanatı bizim için bir ‘cin kovma’dır.

İlkel toplumun maskları vardı, burjuva toplumunun aynaları, bizim ise görüntülerimiz var.

Fotoğrafı çekilen nesne geri kalan herşeyin yok olmasının izidir sadece.

Neredeyse kusursuz bir cinayet.

Fotoğraftır bizi görüntüsüz bir evrene, yani salt görünüşe, en çok yaklaştıran.

Çünkü nesnedir bizi gören, nesnedir bizi düşleyen.

Dünyadır bizi yansıtan, dünyadır bizi düşünen.

Budur temel kural.”

Bunu da babama izletirsiniz üçüncü sayfada:

Kalın Sağlıcakla, sevgi, yol,müzik ile.

dilan bozyel

www.dilanbozyel.com (evet aslında fotoğrafçının tekiyim)

fotoğraf 22