Pelin Batu: Kokuyla ilgili ilk “tık” o kuzuyla geldi

Şiir, edebiyat, tarih programları ve oyunculuğuyla tanıdığımız Pelin Batu, kokularla da haşır neşir biri. Bir o kadar da zarif, ince ruhlu, yardımsever bir hanımefendi. Kendisiyle güzel rahiyalar üzerine sohbet etmek istediğimizi söylediğimizde bizi kırmadı. Yağmurlu bir İstanbul gününde bir araya geldik. Adresi yanlış tarif ettiğim için ona istemeyerek biraz zorluk çıkardım ama yağan yağmurdan şikayetçi değildi. “Ben böyle gri havaları seviyorum” diyen Batu’yla Kıbrıs’tan Pakistan’a, New York’tan yağmura ve toprak kokusuna uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Sokakta insanların yüzlerinin çok da gülmediği, neredeyse herkesin gergin, umutsuz olduğu bir dönemdeyiz. Bu atmosferin içinde siz nasılsınız?

Uzun süre çok hüzünlü ve mutsuzdum. Çünkü son birkaç yıl benim için çok zor geçti. Ayaklarımın altındaki kayalık olarak tarif edebileceğim annemi kaybettim. Ve “pat” diye de kaybetmedim bir sene içinde vefat etti. Kanser oldu ve gözümün önünde gitti. Sonrasında birdenbire radikal bir karar verdik ve yurtdışına gittik. Ülkeye geri döndüğümüzde her şeyin darmaduman olduğunu gördük. Dediğiniz gibi insanlar gergin ve umutsuzlar. Ekonomik anlamda da herkes çok zorlanıyor, gelecek göremiyorlar. Ben rüzgara karşı durmayı tercih edenlerdenim. Doğal bir optimistim, umutsuz olmak kolay gibi geliyor bana. Bazen insanlar “Ağzında gümüş kaşık var, sen rahatsın” diyorlar. Başka insanlara göre bir nebze daha iyi olabilirim ama ağzımda gümüş kaşık yok! Benim hayatımda da zorluklar var. Cebelleştiğim meseleler var. Ama her zaman dimdik durmayı tercih ediyorum.

İnsanlar beni ağzında gümüş kaşıkla doğmuş zannediyor” dediniz. Dışarıdan bakıldığında sizi tanımayanlar için ukala, mesafeli, snob bir imajınız var. Ama bunların hiçbiri değilsiniz. Her seferinde yeni tanıştığınız insanlara öyle olmadığınızı göstermek sizi yormuyor mu?

Yok. Benimle tanışınca insanlar gerçeği görüyorlar. Rol yapmıyorum, doğal ve açık olduğumu düşünüyorum, hatta çoğu zaman fazla açık. Bazen kardeşim, “Bu kadar kişisel bir şeyi neden paylaşıyorsun?” diye soruyor ama ben hep böyleydim. Ama bazen snob ve mesafeli bulunmam işe yarıyor ve gereksiz bazı insanları benden uzakta tutuyor. Siz de görüyorsunuzdur yerini bilmeyen, münasebetsiz, lakayıt insanlar da var. Böyle düşünülmesi pek de fena değil.

Geçen sene web sitenizdeki bir yazıda “son zamanlarda sabrımın en küçücük şeylerde hızlıca taştığını, İngilizce’de denildiği gibi, dünyayı kıpkırmızı görmeye başladığımı hissediyorum” diyorsunuz. Ruh haliniz şimdi nasıl, kırmızının tonlarında mı ilerliyor?

(Gülüyor) Sosyal medya galiba beni biraz sinirli kıldı. Onca haksızlığa, kötülüğe, cinayete tanıklık ediyoruz. Kendimizi onların içinde buluyoruz ama hiçbir şey yapamıyoruz, sadece tweet atabiliyoruz. Mesela haksız yere içeri atılan -bana göre dünyada tanıdığım en erdemli ve iyi insanlardan biri- Osman Kavala için hiçbir şey yapamıyoruz. Hiçbir şey yapamayınca da sinirleniyorsunuz. Bir taraftan da kendi kendime ilahi adalet olsun olmasın bir şekilde hak yerine bulacak diyorum. Bunu belki ben görmeyeceğim sen de görmeyeceksin ama bir noktada bu geçecek, ilelebet devam etmez. İşte böyle arada sırada o kuyunun içine düşünce oradan çıkmak için benzer söylemlerde bulunarak ışığa doğru gidiyorum.

Babanızın işi gereği çocukken farklı farklı ülkelerde yaşadınız. O ülkelerin kokularına dair neler hatırlıyorsunuz?

Özellikle şiir yazarken şunu fark ettim beslendiğim yerler hep çocukluğumun diyarları… İlk beş yılım Kıbrıs’ta geçti. Benim için Akdeniz’in, kekiğin ve çamın kokusu ilk anılarımda yer alır. Villa Fortuna diye bir yerde kalıyorduk, orası Rum tarafından Türk tarafına geçince adı Fırtına oldu… Orada bir çamlık vardı, çam fıstıklarının siyah tozları, çamın kokusu ve çam balı dünyada en sevdiğim kokulardandır. Arabayla yazın Güney’e doğru giderken camı açarım, yabani kekik kokusu burnuma gelir, sanki çocukluğuma geri dönmüş gibi hissederim. Villa Fortuna’nın açıklarında bir mağara vardı. Oraya doğru kardeşimle yüzerdik ve renkli taşlara bakardık. Halen taş biriktirir, nereye gitsem küçük taşlar taşırım. Taşın kokusu denizle birleşince ortaya çıkan koku benim için özeldir. Portakal ve limon ağaçlarının kokusunu da çok severim. Belki her kitabımda bir limon ağacı vardır… Jo Malone’un portakal çiçeği kokusu en sevdiğim kokulardan biridir. Hermes’in de portakallı kokularına bayılıyorum. Benim için Akdeniz’in kokuları, parfümleri bambaşka.

Kıbrıs’tan sonra Pakistan’a gidiyorsunuz…

Pakistan’a dair aklıma gelen ilk koku, kan kokusu. Oradaki kasaplar bir taşın üzerine oturuyorlar, ayak parmaklarının arasına satır gibi bir şey alıyorlar ve eti ayaklarıyla kesiyorlar. O imge kafamdan gitmiyor, oradan gelen şehrin kan ve toz kokusu da var. Ama bir taraftan sıklıkla Himalaya’lara çıkardık. Çünkü başkent İslamabad kuzeydeydi Nathiagali diye bir yere giderdik. Düşünün K2 dağları karşınızda ve her mevsim soğuk. Karın ve kahverengi akan nehirlerin ve muson yağmurlarının kokusu gelirdi. Dünyada en çok sevdiğim kokulardan biri Petrichor denilen yağmurdan sonraki toprağın kokusudur. Öte yandan çok sevdiğim yasemin kokusu da bana Pakistan’dan gelen, bana orayı hatırlatan bir koku.

Çocukluğunuza dair net olarak hatırladığınız ilk koku nedir?

Anneannem Arnavut’tu, inanılmaz börek yapardı. Halen onun yaptığı gibi börek yemedim. 8 saat falan uğraşırdı, böreği kat kat açardı. Ben et sevmediğim için ıspanaklı ya da pırasalı börek yapardı. Tereyağıyla karışan o böreklerin kokusu harikaydı, anlatırken bile iştahım kabardı. İkincisi annem ve babam lavantayı çok severlerdi. Evin içinde lavanta kokusu vardı. Lavanta bana huzur veriyor. Sanki annem ve babamdan bana yadigar kalan bir şey gibi. Yağmur sonrası toprağın kokusu da bana çocukluğumdam kalan bir şey. Çok seviyorum. Annem hep “Toprak kokusu olumsuz, negatif şeyleri çağırır, öyle deme kızım” derdi. Sanki toprağa dönmek istiyorsun gibi algılanır, ölümü çağrıştırır. Ama ben öyle düşünmüyorum. Yağmur yağdığı an kendimi sokağa atanlardanım. Mesela New York’ta yaşarken hep çıplak ayak dolanıyordum. Lisedeyken yağmur yağardı, ayakkabılarımı çıkarıp öyle yürürdüm. Orada kimse kimsenin suratına bakmaz ama dönüp o halime bakıyorlardı (gülüyor). Şehir kirli bir şehirdi ama o an yere teması ve yağmurla birlikte şehirde buluşan kokuları seviyordum.

Vedat Ozan’ı konuk ettiğiniz podcast’te “Her gittiğim şehirden bir parfüm alırdım, o şehir benim için o parfüm olurdu. Her şehrin benim için bir kokusu var” diyorsunuz. Peki hangi şehirler sizde hangi kokuları hatırlatıyor?

Kıbrıs benim için kekik ve narenciye kokusu. Venedik deyince aklıma pudralı kokular gelir. Kapanma, kendini kapatma, örtme çağrışımı yapıyor. Belki de maskeyle özdeşleşen bir yer olmasından kaynaklanıyordur. Paris daha decadent bir yer. Marc Jacobs’un “Decadence” diye bir parfümü var, benim için Paris o. Kendi şehrim İstanbul’da ise koku almadım. Ama bir yabancı, turist gözüyle buraya bakacak olsam mavi rengiyle tanımlardım. İstanbul ortasından deniz geçen tek şehir. Baharat değil daha çok maviyi çağrıştıran bir koku diyebilirim. Belki de mineralle, çiçeğin birleşimi olabilir.

Sucul notalar da olabilir.

Ama Cool Water da değil. O bana çok Amerikan geliyor. Cool Water’ı çok severim ama İstanbul o değil. O baz olabilir ama onu koyulaştırabiliriz. Lepistes taşının kokusu olsaydı o benim için İstanbul’un kokusu olabilirdi. Roma mesela benim için neden bilmiyorum ama daha şekerli. Oraya en son gittiğimde şekerli bir parfüm almıştım, beni çok mutlu etmişti. Roma bir taraftan sert, taşın, gladyatörlerin, Caravaggio’nun şehri ama bir taraftan da çocuksu bir hali de var. O nedenle Roma zihnimde çocuksu ve şekerli parfümleri uyandırıyor.

Amerika’da da uzun yıllar yaşadınız. Oraya dair zihninizde nasıl kokular?

Amerika bana keskin ve hızlı geliyor. Amerika’da her yer birbirinden farklı bir yapıya sahip. Mesela Phoenix’e gitseniz bambaşka bir dünya, bir başka eyalete gitseniz orası da bambaşka bir dünya. Ama benim uzun yıllar yaşadığım New York’a Ralph Lauren’in bordo şişeli bir parfümü vardı onu çok yakıştırıyordum. Bir taraftan pratik, hızlı ama aynı şekilde sert ve keskinlikte bir parfüm. Geçen sene Florida’daydım orası tropik bir yer. Dolayısıyla oradayken çimin daha yoğun hissedildiği bir parfüm kullandım. Okyanusun dibindesiniz her yer yeşillik, göller var. Oraya o çim kokusunu çok yakıştırmıştım.

Siz Berlin’i de çok seviyorsunuz.

Evet, orası urban ve endüstriyel bir şehir gibi geliyor bana. Berlin’e son gittiğimde Armani’nin içinde yasemin olan bir parfümünü kullanmıştım. Berlin bir taraftan endüstriyel bir şehir öte yandan da bir zerafeti var. O parfümü şehrin ruhuna çok uygun bulmuştum. Londra bana kitapçıları ve yağmuru hatırlatıyor. Orada daha odunsu, sert, isli kokuları severim. Çayımı da halen sütlü içerim, füme kokuları Londra’ya çok yakıştırırım. İspanya gibi yerlerde ister istemez aklıma Akdeniz geliyor.

Ne zamandan beri şehirlerle , kokularla kaleme aldığınız şiirler arasında bir bağ kuruyorsunuz.

İlk şiirimi yazdığımda yanılmıyorsam 7 yaşındaydım, Ankara’ya dönmüştük. Bütün gün Gölbaşı’nda bir kuzuyla oynamıştım. Sonra o kuzuyu yediğimizi öğrendiğini hatırlıyorum. O gün bugündür kuzu yemedim, asla yemem. Travma belki güçlü bir kelime ama o olay beni çok etkilemişti. Bende yazma ihtiyacı doğurdu. İlk şiirimi o kuzuya yazmıştım. Kokuyla ilgili bende ilk “tık”ın orada geldiğini hatırlıyorum. Göl, toprak ve kuzunun ekşimtrak kokusu, orada hayvan dışkısı da var. Sonrasında üstüne yapışan ölüm imgesi de var. Bunların hepsi organik şeyler. Ölüm, yaşam, onun yününün yumuşaklığı ama bir taraftan da toprak ve dışkıyla birlikte gelen çok da güzel olmayan bir koku. Orada başladı herhalde.

En sevdiğiniz parfüm hangisi?

Bunu sormayın çünkü dönemsel olarak değişiyor (gülüyor). Ergenlik ve ilk kadınlık zamanımda Cacharel Anais derdim. Bana masumiyetin kokusu gibi geliyordu. Ama aradan 20 yıl geçti. Bugün Hermes, Voyage d’Hermes’i söyleyebilirim. O parfüm çok hoşuma gidiyor, bana dinamik hissettiriyor. Hem de yolları çok sevdiğim için ruhuma da hitap ediyor.

Röportaj: Ali Mert Alan