Radyo programcısı ve Mimar Olcay Tanberken ile röportaj yapmak için çıktım yola, daha sonra söyleşiye döndü konuşmamız, bir de baktım ki Olcay Tanberken’in samimiyetine kapılıp sohbet etmeye başlamışız. On parmağında on marifet olan bir adamla yapmış olduğum söyleşiyi gururla sunuyorum sizlere…
Öncelikle sizi kısaca tanıyalım mı?
Zonguldak doğumluyum. Üniversiteyi kazanana kadar orada yaşadım. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni kazanınca ailemle beraber İstanbul’a taşındık. Yüksek lisans öğrenimimi de aynı üniversitede tamamladım.
Sohbete mimar kimliğinizle başladık oradan devam edelim. Bize mimar kimliğinizden bahseder misiniz ?
Sosyal medyada daha ziyade radyocu kimliğimle tanıyorlar bu biraz sosyal oluşum ile de ilgili sanırım, ancak mimarlık benim asıl mesleğim ve ikisini birlikte yürütmekten de büyük keyif alıyorum. Üniversitedeyken de sosyal aktivitelerim vardı ancak mimarlık fakültesi fazla vakit aldığı için ve çok stresli olduğu için üniversite zamanında yapamadığım şeyleri okulum bitince gerçekleştirmeye başladım. Mimarlık, eğer severseniz çok eğlenceli. Projeler, sunumlar… Bir şeyler tasarlayıp ortaya koymak ve bunu insanlara sunmak gerçekten çok güzel. Ancak tabii iş hayatı ile okuldaki işleyiş aynı değil. İşin içine bürokrasi giriyor, kurallar giriyor ve tasarımdaki özgürlüğü yakalayamayabiliyorsun.. Yine de şanslı sayılırım, bugüne kadar çalıştığım projelerde genelde güzel sonuçlar aldım. En büyük projemiz beş mimar arkadaşımla beraber çalıştığım Bakü Olimpiyat Stadyumu projesi oldu. Yine Bakü’de 2010 yılında yaptığımız bir fabrika tasarımı ile Barcelona’da düzenlenen uluslararası mimarlık yarışmasında (WAF) birincilik kazandık. Şu an hem özel bir şirkette mimarlığa, hem de 2004’ten beri radyo programı yapmaya ve müzik yazmaya devam ediyorum.
Mimarlık – Radyo Programcılığı çok bağlantılı meslekler değil. Her iki meslek arasında bu kadar yumuşak bir geçişi nasıl gerçekleştirdiniz ?
Müzik zaten olmazsa olmazım olmuştur her zaman. Doğrusu bende ticari beceri yok, keşke olsaydı ama yok. İlgi alanlarım genelde sanat ya da yayımcılık üzerine oldu en başından beri. İlkokul dördüncü sınıftayken ilk dergimi çıkarmıştım. Bir adet teksir kağıdına el yazısıyla -tabii o zamanlar evlerde bilgisayar yok- kendi şiirlerimi yazmıştım ve çizgi romanlardan kestiğim sayfalardan bir tür patchwork yapmıştım, derginin adı da “Can Kardeş”di. Bu okul hayatım boyunca başka dergilerle devam etti ve arada tiyatro vs. gibi şeyler de oldu. Çocukluğumdan beri bir şeyler hazırlayıp insanlara sunmayı seviyordum galiba. Bir yandan da bir şeyler toplayıp arşiv yapmaya çok meraklıydım. Sonra İstanbul.. Mimarlık için araştırmalar yaparken çok fazla sahaf gezdiğim zamanlarda bir pikabım olmamasına rağmen önce bir hevesle plak toplamaya başladım, sonra da bu sürekli çoğalan arşivi bir şekilde insanlarla paylaşmak istedim. Ama nasıl olacaktı? Sıfır çevrem vardı, kimseyi tanımıyordum. Birçok radyoya mail attım ve bir tanesi geri döndü, Show Radyo. Görüşmeye gittim, onların akışı doluydu ama kardeş radyoları Radyo Viva’da beni deneyebileceklerini söylediler. Deneme yayını yaptım ve beğendiler. Böylece ilk radyom ulusal bir radyo olmuş oldu. Benim için zor bir deneyimdi fakat birkaç yayından sonra bu işi ne kadar çok sevdiğimi ve ömrüm yettiğinde yapmak istediğimi anladım.
Zor bir program konseptiyle, ulusal bir kanalda program yapmaya başladığınızı söylemek doğru olur mu ?
Ulusal radyoda başlamak benim için zorluktan ziyade şanstı bir bakıma çünkü hem yurdun pek çok farklı bölgesinden hem de yurtdışından çok fazla radyo dinleyen insan bana teşekkür ediyorlardı, yıllarca çalınmamış ya da unutulmaya yüz tutmuş şarkılar çalıyordum. Bana programda çalmam için radyoya yurtdışından eski plaklar yollayanlar bile oluyordu. Hatta 2005 yılında Ajda Pekkan’ın 70’lerde Yunanistan’da yayınlanan Yunanca plaklarını yolladılar ve bu şarkıları Türkiye’de hiçbir radyo programında ortaya çıkarılmamıştı. İlk defa benim programımda çalındı ve daha sonra plaklar Ajda Pekkan’a da ulaştırıldı. Programım ilk sayılmaz çünkü bu konuda benden önce bu işe gönül vermiş Hakan Eren ve Naim Dilmener gibi usta örnekler var, bu iş bir anlamda onlarla da tanışmamı ve dost olmamı sağladı bu bile başlı başına bir keyif. Ancak yine de küçük bir çevre olduğumuzu düşünüyorum bu işi çok yapan oldu daha sonra ama bu sektörde sayıca değerli müzik dostu bulmak zor oluyor.
Radyo Programı konseptiniz tümüyle eski şarkılardan mı oluşuyor?
Herkes gibi güncel şarkılar çalmak yerine konsept yapmayı tercih ettim. Benim programımda şöyle bir şey var ilk yarım saatte 60 – 70’li yıllardan örneklerle başlayıp, program ilerledikçe 80 – 90‘lara ve 2000’lere doğru geliyor, bu bir anlamda Türk popunun da kronolojik değişimini gözler önüne seriyor.
Programınızın formatı 45’likler, 60’lı ve 70’li yıllar,80’ler 90’lar. Size çok da yakın tarihler değiller aslında?
Eh çok da genç sayılmam artık 🙂 80’li yılları çok net hatırlıyorum, “çocukluğunu 80’lerde yaşayanlar”dan biriyim ne de olsa. TRT’nin tek kanal olduğu dönemler, o zaman şimdiki kadar çok şarkıcı yok. 90’ların başında çıkan pop sanatçıları da çok iyi hatırlıyorum, TRT “Bir Başka Gece”de ve ilk özel kanallarda çıktıkları zamanlar ilk şarkıları ile müzikseverlerle olan tanışmaları… Buna onların zamanında şahit olmak çok güzel.
Her ne kadar nostaljik program yapsam da orta yaşlı dinleyicilerimin yanında, çok genç olup o yıllara hiç tanık olmamış, yaşamamış dinleyicilerim de var. Özellikle Issız Adam filminden sonra o yılların şarkılarına eşlik eden gençler mesela..
Peki 2020’ye geldiğimizde de yine 45’liklerle,80’lerle mi yapacaksınız programınızı ?
Psikolojik olarak aslında şöyle bir şey var; insanlar 20 yıllık periyotlarla, 20 yıl öncesini bir özlem, bir geri dönüş-hatırlayış-özleyiş olarak görürlermiş. 2020’de de 2000’li yılların ilk on yıllık dilimini nostalji olarak hatırlayacaklar yani. Ama tabi ki şu an da piyasaya baktığımızda kaç tane iyi ses ve iyi şarkı var? Ancak parmakla sayılır.
Uzun soluklu bir radyo programcılığı hayatınız olmuş, daha da devam edecek gibi.
İlk yayın hayatıma Radyo Viva ile başladım, daha sonra Joy Türk, Radyo Mega ve Klas Fm’ le devam ettim. Şu an Radyo Juke‘ta Pazar günleri 12.00 – 13.00 saatleri arasında Tamba Tumba programımla dinleyicilerimle buluşuyorum. Bunun dışında Cumartesileri “Unutulmayan 90’lar”ı da yine 12-13 saatleri arasında sunumlarım eşliğinde dinleyebilirsiniz.
Radyo dışında 2007 yılından beri Türkçe pop partilerde de çalıyorum, çeşitli sanatçıları konuk ediyorum. Önümüzdeki yıl içinde tamamlamayı düşündüğüm bir kitap projem var ayrıca. Bir de DikkatMüzik! ve DikkatSinema! bloglarım var. Birden fazla şeyle uğraşmak pek akıl karı değil biliyorum ama elimde değil, birşeyler üretmeyi ve sunmayı seviyorum. Bu da esasında benim mimarlıktan edindiğim ve alıştığım birşey, aynı anda birden fazla projeye konsantre olmak.
Bu yoğun temponuzda bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak okuyucularımız için eklemek istediğiniz bir şey var mı ?
İnsanlar sevdikleri işe odaklanmalılar. Keyif aldıkları her konuda yeni fikirler üretip bunu paylaşmalılar. Etrafımıza bir bakalım ne görüyoruz? İnsanların ortalama ömrünün çok, hem de çok kısa olduğunu görüyoruz. Bu kısacık ömürde hem sevdiğimiz işi yapıp hem de başkalarının ruhunu besleyecek güzel şeyler ortaya çıkarmak bence en güzeli. Bu ne meslek olursa olsun. Daha duyarlı ve olaylara bakış açısı daha geniş bir toplum haline gelmemiz için her konuda yeni fikirlere, yeni üretimlere, daha çok edebiyata, sanata ve diyaloğa ihtiyacımız var. Daha çok diyaloğa..Ve gençlere de, elbette. Gençlerden öğreneceğimiz çok şey var.
Röportaj: Büşra Öklük