O’nun hayatı “Anlatsam roman olur” denilenlerden. Gazetecilik, bomba uzmanlığı, basın danışmanlığı gibi birbirinden farklı işler yapan Nermin Ceri, “1 kişilik Dev Kadro” isimli yeni kitabıyla sanat dünyasını, 90’lardaki Türkiye’nin yeni yeni palazlanan sanatçılarını ve kanserle mücadelesini anlatıyor.
Serdar Ortaç, Gülşen, Rafet El Roman gibi isimler henüz “no name”ken onların basın danışmanlığını yapan ayrıca Ajda Pekkan, Orhan Gencebay, Sibel Can, Seda Sayan gibi isimlerle de çalışan Nermin Hanım’la kitabını konuştuk.
Gazeteci bir arkadaşınız Ajda Pekkan’la röportaj yapmaya giderken sizin Ajda Hanım’a olan hayranlığınızı bildiği için sizi de davet etmiş, o gün Ajda Hanım’la sadece merhabalaşmışsınız. Oradan ayrılırken Ajda Pekkan size “Önümüzdeki hafta tekrar gelir misin?” demiş. Ve sonrasında da iş teklif etmiş. İlk görüşmenizde neredeyse aranızda sıfır diyalog olmasına karşın size iş teklif etmesi çok enteresan değil mi?
Ona ulaşmayı çok istedim, bir şeyi çok isterseniz oluyor. Ajda Pekkan’a kendimi bildim bileli hayrandım. Hep “Ajda Pekkan’a en hızlı şekilde nasıl ulaşırım?” diye düşünürdüm. Ve ona yaklaşabilmek için gazeteci olmaya karar verdim. Bunun için üniversite okumadım çünkü üniversite okumak süreci uzatacaktı. Tesadüfen amcamın fotoğraflarını çekerken beni gören Sabah Gazetesi’nden Yalçın Özmen beni gazeteye çağırdı. Birdenbire fotoğrafçı ve muhabir oldum.
Hem gazeteci oldunuz hem de Ajda Pekkan’la tanıştınız…
Evet… Belki Ajda Hanım’la sadece tanışıp yollarımıza devam edecektik ama kader ağlarını örmüştü. Ajda Hanım Romanya, ben Saraybosna taraflıyım. Sanırım o gün enerji aldık birbirimizden ve beni çağırdı.
Sonra ne oldu?
Sonra 6 sene Ajda Pekkan ile çalıştım. Ondan çok şey öğrendim, o benim adeta üniversitem oldu.
Gazeteciliğin ardından sanatçılara basın danışmanlığı yaptınız. Günümüzde ne basın eskisi gibi ne de basın danışmanları… Kalite maalesef geçmişi aratıyor. Baktığınızda bu değişim çok uzun yıllar içinde de gerçekleşmedi. Siz bu yozlaşmayı neye bağlıyorsunuz?
Yozlaşma internetin bu denli hakim hale gelmesinden, sosyal medyanın hayatımızda çok fazla yer etmesinden kaynaklanıyor. Eskiden çağrı cihazları, fakslarla iş hallediyorduk. Teknoloji bu denli gelişmemişken her şey daha güzeldi. Şimdi insanlar birbirlerine e-mail atıyorlar ama e-mail’leri bile okumuyorlar. Biz olmayan teknolojiyle muhteşem işler yaptık. O zaman imajın ne olduğu bile bilinmiyordu. Bana verilen kısıtlı bütçeyle sanatçıları giydiriyordum. Ben bile yaptığım şeyin ne olduğunu sonradan öğrendim. Yeni çıkış yapan müzisyenler için basının dikkatini çekmem gerekiyordu. Mesela Gülşen’in klibi çekilecekti, ona pijama giydirdim. Serdar Ortaç’ın ilk klibi Karabiberim şarkısınaydı, Serdar’ın tipinden ve japona benzemesinden dolayı ona Uzakdoğu motifli bir elbise giydirdik. Ama Türkiye’de imajın ne olduğu da yanlış biliniyor.
Peki, imaj nedir?
İmaj hep yanlış anlaşıldı. Sık sık “Saçımı, makyajımı değiştirdim bu yeni imajım” deniliyor ama bu değil. İmaj, ruhun ambalajlanması demektir. Çünkü hepimiz ayrı DNA ve karakteriz. Mesela Gülşen bana ilk geldiğinde onunla birkaç ay vakit geçirdim, onu tanıdım ve çözdüm. Karakterinin üzerinden pijama giydirdim. Ve 20 yıldır klipteki o pijama konuşuluyor. Şimdi styling danışmanları ünlü markalardan kıyafet giydiriyorlar sanatçılara ama olmuyor. Çünkü giydirdikleri insan onu taşıyamıyor, ruhu o değil. Mesela ben karakterimi biliyorum, elbise giyinmiyorum çünkü taşıyamıyorum. Ruhum bu. Benle elbise uyuşmuyor…
Türkiye’de “star” olarak tanımlanan pek çok sanatçının ilk halini biliyorsunuz. Henüz onlar kimsenin bilmediği isimlerken onları tanıdınız. Peki, sıfırken tanıdığınız bu isimler şöhreti yakaladığında hal, tavır ve davranışlarında değişiklikler oluyor muydu, şımarıyorlar mıydı?
Meşhur olduktan sonra kimse aynı kalamıyor. Çok hazmetmiş, görmüş geçirmiş biriyse aynı kalabiliyor. Ben Ajda Pekkan’la altı sene çalıştıktan sonra Raks Müzik’e geçtim. Orada no name isimleri alıp bir noktaya taşımak gibi bir görevim vardı. Yeni isimler haricinde Sibel Can, Orhan Gencebay, Seda Sayan gibi isimlerle de çalıştım. O karakterleri tek tek yaşamak, basına anlatmak çok renkli ve keyifliydi. Ama şu an bazıları beni tanımıyor. Çünkü onlara ilk günlerini hatırlatıyorum.
Kariyerinizin zirvesinde aranan bir isimken kanser olduğunuzu öğrenmenizin ardından basın danışmanlığı işini bıraktınız. O süreç sizin adınıza nasıl geçti?
17 yaşımda göğsümdeki nodülü fark ettim, sonrasında lokal anesteziyle aldırdım. 25-30 sene sonra aynı göğüste iki tümör ortaya çıktı. Doktoruma gittim, ultrason çekti, kontrol etti beğenmedi. Durumun kötü olduğunu ama birinci evrenin sonu ikinci evrenin başı olduğunu, korkacak bir şey olmadığını söyledi. Önce kistlerimi sonra göğsümü aldı, şimdi iyiyim. Senede bir kontrollere devam ediyorum. Bu hastalık bana 25 yıllık yoğun hayatın ve stresin hediyesi oldu. Ama kanser olduğumu öğrenince “Neden ben?” demedim. Hayatım hep mücadeleyle geçti. Kanser hayatımın büyük bir evresi oldu. Benim için kanser öncesi ve sonrası var. Çünkü uçurumun kenarına gelip oradan dönmek bonus almak gibi. Hayata devam ederken daha farklı bakıyorsun. Kırıldıklarına kırılmıyorsun, eskisi gibi umursamıyorsun.
“SÖYLEMEDEN ÖLMEYEYİM BEN MİT GÖREVLİSİYİM”
“1 kişilik Dev Kadro” kitabınızda dedenizin MİT elemanı olduğu yazıyor. Dedenizin Mit görevlisi olduğunu ne zaman anladınız?
Dedem, komünizm nedeniyle Bulgaristan’dan İstanbul’a kaçıyor. İlk geldiğinde İstanbul’da çeşitli işlerde çalışıyor. Sonra bir arkadaşıyla bir fabrika kuruyor. Fabrikayla ilgili olarak sık sık lastik ve kauçuk ile ilgili bilgiler almak için yurt dışına kurslara gidiyor. O dönem MİT’le ilgili görevi devam ediyor ama aile bilmiyor. Bir gün eve polis baskını oluyor, dedem bir kaçakçı şebekesinin içine kendisini monte ediyor ama polis bunu bilmiyor ve dedemi kaçakçı zannedip evi basıyorlar sonra da dedemin konuyla ilgilisi olmadığı anlaşılıyor. Emekli olduktan sonra aile yemeğinde “Söylemeden ölmeyeyim ben MiT görevlisiyim” diyor ve birkaç sene sonra da vefat ediyor. Benim de genlerimde polislik var. O yüzden bomba işi beni çok çekmişti.
Evet, bir de adrenalin dolu Amerikan Havayolları’nda (PANAM) bomba uzmanı olarak çalıştınız. Gazetecilik, basın danışmanlığı, Ajda Pekkan, Serdar Ortaç derken bomba uzmanlığı kulağa çok radikal geliyor…
Evet (gülüyor). PANAM’da 4 yıl çalıştım. 22 kişilik bir ekiptik, uçaklara binecek şüphelilerin aranması konusunda yetiştirilmiştik. Eğitimlerimiz de Atlanta’da gerçekleştirilmişti.
Hayati tehlike taşıyan herhangi bir olay yaşadınız mı?
George W. Bush, İstanbul’a geldiğinde 12 pare top atışı yapılmıştı. CIA de saldırıya uğradıklarını sanmıştı, biz de epey gülmüştük (gülüyor). Ama bu eğlenceli hatıranın haricinde hayati bir tehlikeyle karşılaşmadım.
Telefonda konuştuğumuzda üniversitelerde konferanslar vereceğinizi söylemiştiniz. Gençlere neler anlatacaksınız?
“1 Kişilik Dev Kadro”, bir arşiv kitabı. Benden geriye bir doküman kalsın diye kaleme aldım. Üniversite öğrencilerine, yeni nesle kendi tecrübelerimi anlatmak istiyorum. Bana kimse iş hayatına başlarken “Şunu yapma, bunu yap” gibi yönlendirmelerde bulunmadı. Ama ben kitabımla gençlere yol gösteriyorum. İşte bu konferanslar sayesinde de tecrübe ve deneyimlerimi gençlere aktaracağım. Gerçekleşecek konferansların tarihleri de bu ay netleşecek.