İstanbul’a bir günlüğüne gelseniz herhalde gezeceğiniz yer Sultanahmet çevresi olurdu. Turizm kitapları bunu salık verdiği için mi bu böyle, yoksa Tarihi Yarımada yeterince tarihi de bu bölge turizm klişelerinin arasına girdi, bilemiyorum. Bununla beraber, Ayasofya ve Sultanahmet Camii dünya kültür mirası listesinde mi, bunu da bilmiyorum, Google bir sekme ötede ve istediğim zaman bakabilirim, siz de öyle, ama bu yapılarla karşı karşıya kalıp birkaç saniye düşünmek insanın kendini kültürel bir varlık olarak düşünmesi için bir imkan sunuyor. İşte, camiiler, Dikilitaş, Hürrem hamamı, hepsi bir zamanlar yapıldı ve ben yoktum, ben de bir gün olmayacağım ama bütün bu gördüğüm ve yaşadığım deneyim yanıma kar kalacak, yemekler afedersiniz boka, vücut da toprağa dönüşecek.
Sultanahmet, Ayasofya, biraz yukarısı Kapalıçarşı, aşağıdaysa Gülhane Parkı, arada Türk Ocakları mezarlığı, isteyen ilk anarko-komünistlerden Şeyh Bedreddin’i isteyense milliyetçi mütefekkir Diyarbakırlı (hatta Kürt?) Ziya Gökalp’i ziyaret edebilsin diye. Eh, bu ikilik, bu iki mezarlığın yan yanalığı, Cemil Meriç’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Nurettin Topçu’yu, hatta ve hatta, böyle Kara Kitap’ı falan dikkate alırsak, Orhan Pamuk’u, biraz da seyreltip üstüne televizyona çıkartırsak EliphShafakh’ı da düşündürtmüyor mu? Yani, kimsin sen ey mütefekkir? İstanbul Üniversitesi’nde okursan başka, Boğaziçi’nde okursan başka oluyorsun.
Size bu bölgeyi uzun uzun anlatacak değilim tabii ki; ancak bir rota çizecek olsam, Kapalıçarşı’dan başlar (eğer kapalı yere giresim yoksa ya da o kadar da turistik hissetmiyorsam orayı pas da geçebilirim), Çemberlitaş’a iner, oradan salınır Sultanahmet’i, Yerebatan Sarnıcı’nı (ah Medusa, ah o Medusa), sonra Ayasofya’yı gezer, oradan Gülhane’ye uzanıp hava alır ve simit yer, sonra da Sirkeci üzerinden önce Eminönü sonra Karaköy yapar, orada da karnımı doyururdum. Bir sonraki adresinizse kişiliğinize ya da ruh halinize dair çok şey söylüyor: Vapura atlayıp Kadıköy’e mi geçmek, yoksa Taksim’e mi çıkızlamak?
Aşağı yukarı böyle bir şey yapacaktım ben de: Derken onu gördüm, Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi’ni. Bakmayın rock’nroll takıldığıma, ben aslında bir Tanpınar hayranıyım. Sözcükleri özenle seçişinin, kimsenin umrunda olmayan bir eşyaya bakınca kendinden geçişinin, felsefi meseleleri özenle irdelerken bir yandan aynı şarkıyı dinlermiş gibi tekrar tekrar okunası öyküler anlatmasının tutkunuyum. Tanpınar okurken, sonuna kadar gitmemi engelleyecek tek şey gerçekliktir. Bu yumuşak dansı bitirebilecek şey, ya göz kapaklarımın artık açılamaz hale gelmesi, ya yarın sabah beni bekleyen işin bilinci, ya vapurun iskeleye yanaşması ya da duymazdan gelinemeyecek bir sesin beni masaya çağırışıdır.
Başka biri olmama, dünyayı görüşümün tonunu baştan aşağı değiştirmiş bu adamın adına açılmış bu yeri çoktan ziyaret etmemiş olmaktan utandım. Kapıda sizi Yahya Kemal’in ve Ahmet Hamdi’nin büstleri (merhaba sana resmi ideoloji) ve çantanızı girişte bırakmanız gerektiği yazısı karşılıyor. Yüce devletimizin buyrukları karşısında güçsüz bir kul olarak girişteki görevliye bunu soruyorum; çalışkan öğrencilerin ufak afacanlıklarını görmezden gelen bir öğretmen gibi bana geç geç yapıyor (ki bu jest sayesinde bu notları sıcağı sıcağına alıyorum).
Burası aslında bir kütüphane, bir sürü Türkçe edebiyat eseri barındırıyor ve çalışmak için şık masalar var. İçerideki ahşabın rengi, mobilyaların seçilişi ve yerleştirilmesi sizi Tanpınar romanlarındaki alçakgönüllü fakat incelikli estetikle karşı karşıya bırakıyor. Yahya Kemal’in ölüm haberlerinin kupürlerinin yanı sıra ünlü yazarların kalem setlerini görüyorum. Ayşe Kulin de kendi setini hediye etmiş, bir an içeriye bir DNR havası doluyor gibime geliyor.
Bir adım sonra Aziz Nesin tarafından yapılmış bir Neyzen Tevfik çizimi görüyorum. Sağcılığın sahiplendiği Sultanahmet atmosferi ve Türk Edebiyatı konsepti arasında onun ismine rastlamak şaşırtıyor beni. Aziz Nesin: Solcuların bazısı solcu bulmaz onu, ama bazıları için de solculuğun olmazsa olmazıdır. Ki bence de Türkiye’de solculuğun markası olarak bilinmesi, birtakım sol fikirleri kitlelerle tanıştırmış olsa da, “devlet aslında iyi de yönetenler kötü” tarzı, ne kadar sol olduğu tartışılır birargümanın gereksiz bir biçimde öne çıkmasına neden olmuştur. İşin ilginci, sağcılar da onu ne kadar solcu bulur ve bazıları sadece bu yüzden onu dinlemeye katlanamazlar bile. Bazıları da, ne olursa olsun bir vatanperver ve aydın olarak gördüklerinden, ve mesela Zübük filminden dolayı, solculuğuna rağmen saygı duyarlar ve bu saygının etrafında bir miktar liberalleşirler. Ne bileyim, faşizme mesafe alırlar, MHP’ye oy vermezler, eğer merkez sağ dediğimiz bir şey varsa, genel olarak oralarda kalırlar. Bir alt katta Yön dergisi de vardı, Aziz Nesin kadar olmasa da, Doğan Avcıoğlu da benzer şekilde bir “tartışmalı” figür kabul edilebilir sanırım. Ya da buranın, en azından kütüphanesinde kendine kolaylıkla yer bulabilecek olan Kemal Tahir: Devlet Ana bir yanda, Türk-Yunan savaşı tezleri bir yanda, cezaevi geçmişi başka bir yanda.
Daha fazla “Aydın Üzerine Tezler” yapmak istemem (ki Yalçın Küçük’le karşılaştırılınca benimkiler pek sıkıcı tezler sanırım), ama Tanpınar’ın Freud merakı, Avrupa seyahati, ne biliyim Cimcoz’larla arkadaşlıkları falan göz önüne alınınca, bu Aziz Nesin hatıraları, hatta başka bir odadaki Orhan Pamuk büstü daha anlaşılır oluyor. Attığınız her adımda zeminin gıcırdaması, buna rağmen öğrencilerin ve meraklıların sabır ve sükûnetle burada çalışmaya devam ediyor olması, Tanpınar’ın yarattığı zamanın akışının her şeyi biraz kırılgan ve hüzünlü kılması hissine de uygun düşüyor, sonuçta
Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında
Antik berjerler ve uzun eski usul kanepeler arasından yürüyünce alt kata inen merdivenle karşılaşıyorsunuz. Burada da bir çalışma salonu var, ama öncesinde bu salonun bağlandığı odada sergilenen edebiyat dergilerine göz atabilir, bu taş odada Diyarbakır Keçiburcu’nu hatırlayabilirsiniz. Bu unutulmuş odada mutlaka biraz çalışın, bir şeyler okuyun ya da yazın, bir süreliğine bile olsa dünyanın dışarda kaldığını duyumsamaya çalışın. Açmayın telefonunuzu, bırakın tefekkürün yoğunluğundan insanlarla aranıza mesafe girsin. Ne pahalı cep telefonları, ne de havalı restoranlarda aldığımız havalı servis bizi korumayacak zamanın geçiyor olmasının gerçekliğinden. Bu hüzünden kaçılmaz, bu hüznün öyküsü yazılır yalnızca. O yüzden burada ahşabın rengine bakın bir süreliğine, bir günün doğuyor ve batıyor olmasının size sağladığı lezzetlerin tadını çıkarmaya çalışın. Abdullah Efendi’nin Rüyaları ya da Yaz Yağmuru, neyin ne olduğuna nihai kararı kim verebilir ki?
Musa Acar