Voltaire’in, evrenin büyük bir patlamayla başladığını iddia eden ilk insan olduğunu biliyor muydunuz?
Ve Goethe’nin, spiral nebulaların, aslında dönen yıldız kümeleri olduğunu iddia eden ilk insan olduğunu… Şimdi onlara “galaksi” diyoruz.
Bilimin yeni konseptlerinin ilk kıvılcımlarını, sanatın içinde bulması, çok tuhaf
DÜNYALI “Man From Earth”
Sanatın taşıdığı eleştirel bakış açısı, ifade gücü ve bünyesinde barındırdığı özgür söylemin tüm bu tuhaflıkta etkisi olmalı. Sanatın, sanatçının kabul edilmiş olgulara, düşüncelere karşı sorgulayıcı olması beklenir. Yoksa sanat var olan ideolojinin devamını sağlayan vasıfsız bir araç, sistemin süslü bir çarkı olmaktan öteye gitmez. Bu şekilde icra edilen propagandaya bence zaten sanat denilemez.
Neden cehennem figürleri sınırsızca resmedilebilmiştir? Üstelik kutsal sayılan figürlerin betimlenme kısıdına rağmen… Çünkü cehennem yaratıcıdır, onu sınırlayan ahlaki yaklaşımlar yoktur, kutsal değildir ve tabi bir de bu durum dinlerin işine gelir. Ne kadar korku o kadar hegemonya.
Bu nedenle sanata hep bir karanlık taraf vardır. İnsanların gözlerini kapadığı, ışıkların kapatıldığı yerde sanatın tiz çığlıkları zihinleri aydınlatır. Ondan beklenen eleştirmesi, sorgulaması, bir başka yüzünü göstermesi ve asla boyun eğmemesidir.
Sanatçı yarı-akıllılardan oluşan bu çağda zırdelinin tekidir. Kralın çıplak olduğunu bir tek o söyleyebilir. Sanatçı cehennemi çizer, içine de zamanının aziz/soylu/şeyh/kral geçinenlerini koyar. Örtbas edilenleri yazar. Geleceğe dair vizyonuyla ileride karşılaşılacak durumları yorumlar. Yeri gelir susma eylemi yapar. Yeri gelir bağıra bağıra sesini milyonlara duyurur. Ses tonu tok ve yüksek perdedendir. Hakikati çıplak gözle gösteremiyor mu? O zaman filme alır. En zengin kurgularda en temel hikâyeyi anlatır, bazen karmaşık bazen de en yalın dille.
Sanatçının en büyük dezavantajı hissetmesidir. Zaten hissettiği için sanatçı olmuştur. Aklının kabullenemediği, bedeninin acı çektiği ne varsa döker, içini döker gibi kâğıda, notaya, tuvale, kurguya ve daha pek çok farklı, zengin formlara…
Duygusallığı onu bir yandan kemirir. Öğretmen nosyonuna yakınsadığında didaktik olur. Amacı öğretmek değildir oysa sadece uykudan uyandırmak ister insanları ama bazıları için bu hayat kıştan ibarettir, uykuları çok çok derindir. Sanatçı yıkılır, görememenin bedelini sanki o ödemektedir. Bu hayat, insanlığa şaşırmaya devam eder…
Belki de insanlar hakikati öğrenmeye hazır değillerdir. Nietzsche ebedi dönüşün çok güçlü bir çekiç olduğunu ve ona hazır olmayanları kırabileceğini söylemiştir. Elbette hakikatin zamanı kimsenin tekelinde değildir. Ancak inanmak isteyen bir kitlenin gözüne hakikat zorla sokulmaz. İnanç sistemi dogmalardan oluşur ve bu sistemde eleştiriler birer yargı, sorgulama ise günahtır. Bu inanç sistemi illa tek tanrılı bir din olmak zorunda değildir. İnancın doğasındaki muhafazakârlık yarattığı çelikten bariyerlerle kişiyi kendi zihninde hapseder. Bir de kişi bu hapishanenin evrensel olduğunu düşünüyorsa… Zihinsel hapishanede kurallar bellidir ve herkesin buna uyması beklenir. Karşıt görüşlerin ya yeri yoktur ya da şimdilik kale alınmazlar. Ama onların elbet bir gün hak yolunu bulacağına inanılır. Bir şeyleri yoluna koymak üzere etik bir kaygı yaşanır, farklı düşünce bir tür huzursuzluk ve yanlış yola sapma olarak değerlendirilir ve hemen düzeltilmesi gerektiği düşünülür. Muhafazakâr düşünce tarzında farklılıklara hep açık olunduğu, kimseye karışılmadığı(!) söylenip durulur. Oysa farklılık sınırları çizilmiştir. Sistemde tanımlananın dışına çıkılması hemen iktidarı kırmızı alarma geçirir. Bu durum mahalle baskısından düşüncelerin hapsedilmesine dek uçsuz bucaksız bir yol kat eder. Mahalle baskıları dilde yapılanmıştır. Ayrımcı politikalar hakaretlerde kendini yeterince belli eder. İnsan ilişkilerinde hayat bulan megalomaniyle zirve yapar. Kendisine tapan insanlık, kendi düşüncesinden başka doğru olmadığı-burada doğrunun varlığı mutlak olarak çoktan kabul edilmiştir, düsturuyla yola çıkarak aykırı sesleri küçük görür ve onlara ‘oyuna geldiklerini’ söyler. Çünkü dünyanın düzeni bellidir. Tanrının istekleri gibi. Diğer dünya için canla başla çalışan insanlığın bu sistemde köleleştirilmesi zaten olağandır. Bu konuda iyimser olup, bireysel kazançlar penceresinden elde edilen mutluluklarla tatmin olunması beklenilir. Çünkü sistem devasa bir makinedir, kim ona karşı çıkabilir? Karşı çıkmak için bir sürü bilgi biriktirmek gerekir ki ona da zaman yoktur ayrıca konusu değildir, ilgisini çekmez, çekemez. Bu havayı soluyup bu topraklarda yaşamasına rağmen burada kopan fırtınalara ilgisizdir. Geçip gitmesini ve ona öğretilenlerle yola devam etmeyi ister.
Bir kara kediyi karanlıkta yakalamak zordur, hele de orada değilse.
Çin Atasözü
DÜNYALI
“Man From Earth” filminde hakikate kapalı bir grup bilim adamı ve bir din bilimcisinin bugüne dek sımsıkı sarıldıkları ne varsa paramparça eden tuhaf bir hikâyeyi dinleyişlerine tanık oluruz. Gündelik hayatın içinde, insanların karşısına çıkan sanatın bu en ekstreme formlarından biri icra edilir. Paleolitik çağdan günümüze uzanan bir zaman dilimi tartışılır, içine bilimsel ve metafizik öğretiler katılarak… İddia keskindir, odada bulunan herkese bir şekilde dokunur, hepsini bir şekilde incitir. Tesadüf olmasa gerek, hikâye en çok da din âlimini yaralar ve onun göz yaşarıyla noktalanır. Merak had safhadadır, her soru bir başka soruyu getirir. Hikâyenin bilimsel anlamda güvenirliği her soruyla test edilir. Ama inançlardan kurtulmak zordur. Bilinçdışı için dışarıdan gelen bir ötekidir bu ve tehlikelidir. Aksayan bir şeyin nedeni vardır. İşleyemeyen bu durumun yarattığı huzursuzluk korkutur, inançlarından sıyrılan insan boşluklara yuvarlanıp bitap düşeceğini düşünür.
Odadaki herkes ne zaman güvendiği limana dönebileceğini hevesle bekler. En ufak bir açık arayan, dumura uğramış beyinleri için bir deva ararlar. İşte tam o anda kırılma anı yaşanır ve hakikat ancak onu taşıyabileceklere sunulur.
Film, taş devri, avcı-toplayıcı toplumlar, Sümerler, Hammurabi kanunları, Buda, Musa, İsa ve günümüze dek ulaşır. Pagan kültlerinin semavi dinlere girerek halkların Hıristiyanlaştırılması, Buda’nın kardeşlik, hoşgörü, sevgi öğretileri ve doğu felsefelerinden öğrenilen metabolizma hızını düşürerek ölü taklidi yapma filmin can alıcı tartışmalarıdır.
İsimlerin etimolojik kökenleri hikâyede ateşleme görevi görür. Ne de olsa bilinçdışı bir dil gibi yapılandırılmıştır. Onun sözleri beyin tarafından manipüle edilemediğinden yakıp kavurur. Aynı bilinçdışı gibi Man From Earth de bir göstergeler tiyatrosudur.
Zeynep Çolakoğlu
sanatçılar aslında aydın insanlardır. Sanatı icra etmelerinin yegane sebebi (ilk çağdan itibaren) insanlığa gerçeklik ve ileri görüş öğretisini gümüş bir tepsi ile sunmanın tek yolu bu olduğunu benimsemeleridir ki ;
günümüz dünyasında. Evrene hakim güçlerin başta politik ,siyasi ve askeri olmak üzere insanların üzerinde gerek etik kurallar ,gerek dini ve ruhani baskılar ve yasalar ile insanlığı kontrol etme istençleri hakimdir…
Ve Sonuç itibarı ile Aydın Kişilerin bu Güçlerden korunmak ve bilgeliklerini bir sonraki kuşağa rahat bir şekilde aktarmak için seçtikleri yegane yol SANAT’tır..
keşke not: dünyanın en klişe muhabbetine ben de girdim..yazaymış..