Bir varmış bir yokmuş.Bir zamanlar bir dağ varmış. Varlık ve yokluk arasında gidip geliyormuş bu dağ! Bu dağı sadece bazı insanlar görebilirmiş. Saklarmış kendini! Utangaç mıymış yoksa bir bildiği mi varmış, gizem mi severmiş bilinmez. Göstermezmiş kendini herkese. Keşfedilmeyi severmiş. İpuçları bırakırmış her geçen yolcu için. Her geçen yolcuyu heyecan ile beklermiş. İstermiş ki herkeskendi iradesiyle bir kez geçsin topraklarından, ama onu fark ederek geçsin, onu hissederek geçsin.
Dağınserin rüzgârları sazlıkları okşarken,yakınlardan geçen yolcuların kulaklarına fısıldarmış;
‘Bu yollardan mı geçeceksin! Önce hakkını vereceksin!’
Tuhaf bir takıntı…
Aslında deli gibi bilinmek istermiş bir yanı, tanınmak istermiş bir yanı, sevilmek istermiş en büyük parçası. Üzerinde yetişen kır çiçeklerini herkes görsün istermiş. Topraklarıyla beslediği dağ çileklerinin, sert ve ekşi ahlatlarının, kızılcık yemişinin herkes lezzetini tatsın istermiş. Diz boyu yeşermiş çimlerine herkes uzansın ve üzerinden geçen bulutları seyretsin istermiş. Ama nerede bunların farkındalığıyla sınırlarına girecek insan! Nerede bunların güzelliğini dağ ile özleştirecek insan! Bundandır belki de dağ gizlemiş kendini bazılarından.Sadece kendini fark edene açmış kapılarını, sadece kendini hak edene saklamış tüm sırlarını.
İşte bir deli dağ!
Yolcular gelir geçermiş. Bazısı dank diye çarparmış bu dağa ama yinede anlamazmış dağın yüceliğini. Çarptığı şeyin dağ olduğunu bilmeden kenarından süzülür devam edermiş hayatına.
Kimi yolcu da varmış ki daha çok uzaktayken fark edermiş dağın beyaz karlarla kaplı doruklarını. Zevkle meşkle izleye izleye gelirmiş dağa. Sanki bin yıllık bir prenses lahitinde yürür gibi, parmak uçlarının üzerinde yürürmüş dağın topraklarına giden yollarda.Geceleri rüyalarda, gündüzleri baktığı her yerde dağı görürmüş bu insanlar.
Kimide varmış ki bu dağın ününü duyarmış. Kendini denemek için düşermiş yollara. Acaba ona da gösterir mi dağ kendini? Acaba böyle bir dağ var mı ki?
Öyle çılgın bir dağ imiş bu! Öyle gizem seven!
Öyle manyak yolcular denk gelmiş ona!
Öyle ki bir dağa âşık olan, öyle ki bir dağ için yollarda kalan!
Ölen, kaybolan, yanan, kömür olan, elmas olma iddiasında bulunan…
***
Saatlerdir ilerliyorum. Belki de günlerdir yollardayım. Tırmandığım her bir santimde ellerim biraz daha eskiyor. Parmak uçlarım acıyor sürekli. Bu bir acıya gönüllü olma hali.
Yukarı çıktıkça zaman kavramım kayboluyor. Beklide saatlerdir yolda değilim. Belki de yıllardır yoldayım. Belki de yolda doğdum, öncesinde yoktum.
Saatimden tik tak gelen sese kulak veriyorum bazen. Çok uzun zamandır ibresi hiç kımıldamıyor, sabitlenmiş bir şekilde yerinde sayıyor. Sanırım zaman kavramından bağımsız olmam bekleniyor. Mitolojide zamanı temsil eden Cronos tanrısı geliyor birden aklıma. Nasılda doğurduğu çocuklarını iştahla yemişti.Evet evet zaman gerçekten önce bizi var ediyor, sonra iştahla tüketiyor.
Fark ediyorum! Noksan kaldım kendi görüntümden, yıllardır aynaya bakmıyorum. Burada ayna yok. Uzun süredir bir aynada çıkmadı karşıma. Aynalı koridorlardan geçmiştim yolculuğumun ilk başlarında. Bir dünya dolusu insanda kendimi görmüştüm. Önce herkesi çok sevmiş, sonra herkesten nefret etmiştim. Zamanla hissizleşmiş, sonra birini çok sevmenin narsizm olduğuna karar vermiştim. Birini sevmek demek kendini sevmek demek değil midir? İnsan kendisini büyütmeyecek birini sevebilir mi?
Şimdi bu dağa tırmanırken düşünüyorum da gerçekten insan zamanın tutsağı. Zamanda kalmak aynalar koridorunda hapsolmak galiba. Hoş, orasıda çok eğlenceli. Dev aynası denilen aynalar var mesela. İçindeki pireyi deve olarak görüyorsun. Aşk aynası var mesela, en çok korktuğun şeyi yaşamak için aşık oluyorsun. Günün sonunda en çok korktuğun şey en çok özlemlediğin şey oluyor. Yine yeniden kendine kalıyorsun.
***
Aşk yokluğunda yollarda hissedilendir…
Yolun sonunu özlemlemek ama anda var olmak demektir…
Anda var olmak için çekilen çiledir…
Aşk içinde bir gizemli dağ keşfetmektir…
Yokluğun aslında varlık demek değil midir?
***
Yazı: Selda Dinç
seldadinc@gmail.com
Foto: Evgenij Soloviev