Berkay Berkman diyor ki…

 

1082252_10152123068607373_1868532108_n

 

 

Sevgili meslektaşım Berkay Berkman, yeni kuramı ile beni şaşırttı. İddia ediyorum; sizi de şaşırtacak! Ben hâlâ “Sosyoloji Tarihi” bütünlemesine giriyorum, o ise yeni bir “akım” buldu! İşte detaylar…

Tasaavvuf ve absürd… Doğu kültürünün belki de en güçlü öğretilerinden biri ; Tasavvuf. Ve batı kültürünün modern sonrası tiyatro algısında insanoğlunun varoluş sıkıntısını en etkili biçimde ortaya koyan tür; Absürd. Marks’ın diyalektiği, doğadaki gelişim için ‘’Zıtların birliği ve savaşımı’’ ilkesini öngörmekte. Öyleyse, doğu-batı zıtlarının, evrensel sanat olgusunda gelişim sağlamasını umut ederek ortaya atıldı bu yeni tür. Konusu bakımından tasavvuf öğretisi, Tanrı’nın varlığını , varoluşun en büyük ve kudretli ‘’enerji’’si olarak kabul eder ve varolan diğer herşeyin ondan kopan parçalar olduğunu öne sürer. Büyük enerji kütlesinden ayrılıp saçılan bu küçük enerji parçalarının , gerekli olgunluğa eriştiğinde tekrar koptukları parçaya eklemlenmeleri ve her şeyin nihayetinde ‘’ilk’’ büyük enerji kütlesinin yeniden ‘’tam’’ hale gelmesine dayanır bu inanç. Öyleyse insan, Tanrı’dan koparak yine aynı yerden kopmuş olan dünya gezegenine savrulur ve varolan her maddede Tanrı’yı arar, ta ki onu buluncaya dek… Bu evrede, korku, acıma gibi ‘’kötü’’ duygular, yerini ‘’Tanrı aşkı’’ inancına bırakır ve bireyin aşkı ne denli yükselip, nefsi de aynı oranda bir yaşam biçimine dönüşürse, enerjinin olgunluğu da o denli artar ve koptuğu büyük enerjiye o derece yaklaşır. Vahdet-i vücut denen bu inanç, tek bir vücutta birleşimi hedefler. Kişiler, önceleri savrulan birer parça iken, bu öğreti ile tanıştıklarında eğer ki gelişim gösterirlerse, yavaş yavaş olgunlaşan , yerinin neresi olduğunu bilen ve o menzile doğru hedef alan birer kütle haline gelirler. Bu noktada duygular; aşk, sevgi, hoşgörü biçimini alır ve kötü olan tüm duygulardan sıyrılınır. Buradan da anlaşılacağı üzere içerisindeki ‘’umut’’ kavramı aslında ‘’mutlak sonucun bilinmesine’’ delalettir. Şu noktada, ‘’varoluş sıkıntısı’’ bakımından absürd ile ‘’birlik’’ oluşturmaktadır, lakin absürd olanın, J.P Sartre ve Albert Camus gibi öncülerinde görüleceği üzere ‘’umutsuz’’, ‘’içinden çıkılamaz bir çember’’ anlamında tasavvuf felsefesi ile‘’zıtlık’’ (savaşım) yaşamaktadır. Varmak istediğim nokta, bu varoluş sıkıntısına farklı bir bakış açısı ile mecazen bir ışık getirilmesi gerektiğidir. Burada elbette ki bir çözümsüzlüğe çözüm bulmak gayesinde olmak aptallık olur. Çünkü absürdün çözümü bellidir, insanoğlu aciz ve çaresizdir, bu her daim böyle olacaktır. Bu sebepledir ki antikahramanlığından sıyrılamaz bir türlü absürdün temel kişisi. Bana kalırsa absürd olan, enerjinin kopmuş ve solgun halini görerek değerlendirmektedir varoluşu. Halbuki, tasavvuf düşüncesi, güzelin ‘’varedilecek bir unsur’’ olduğunu düşünmez. Zaten bu yüzden çözüm aramak anlamsızdır. Çünkü, güzel olan zaten vardır. Önemli olan diğer sönük ışıkların yardımı ile onu bulup parlatabilmektir. Bu hali, Alaaddin’in sihirli lambası olarak düşünürsek, absürd olan lambanın içindeki cin gözüyle baktığından ‘’karanlığı’’ ve ‘’hapsolmuşluğu’’ görmektedir. Bu lambanın deliğinin tıkalı olması düşüncesi ise doğrudur çünkü ‘’insan’’ , maddesel yapısı gereği o deliğin dışına çıktığı anda bedensel kütlesinden sıyrılır ve ‘’zaman’’ olgusunun dışına çıkar ki zaten bundan ötesi bilinmezlik olduğundan işin bu kısmı karanlık ve korku dolu algılanmaktadır. Bu sebeple deliğin ötesini bilememekteyiz. Şu halde, dışarıdan bir güç müdahalesi gerekmektedir ki lambanın dış yüzeyini okşayıp içerideki cini dışarı çıkarıp kurtarabilsin. Lakin bu da, Tanrı’nın müdahalesini istemek olur ki, ne Absürd ne de Tasavvuf düşüncesi böyle birşeyi kabul etmez. Ancak, bugüne değin kimse o lambayı içeriden okşamayı denememiştir! Öyleyse tasavvufi absürdizm türünün temel ereği budur. Bu anlamda, saçma felsefesine, ufak bir dokunuş ile aslında biz, matematiksel bir formülün eksikliğine bir rakam yahut bir işaret ekleyerek formülün daha ‘’doğru’’ yahut ‘’bir başka doğru’’ sunu ortaya koymaktayız. Fizikte kullanılan, ‘’M’’ teorisi bu duruma iyi bir örnektir kanaatindeyim. String Teori’nin tarihi gelişimine bakarsak, bu teori; tek bir ifade için (örneğin enerji gibi) 4 farklı denklem öngörmüştü. Ve bu da başlangıçta bilimsel tutarsızlık olarak değerlendirilmişti. Ancak, M teori, daha sonra bu 4 farklı denklemin, aslında tek bir denklemin bir alt boyuttaki 4 farklı yansıması olduğunu öngörmüştür. Eğer bu bakış açısıyla Absürd olan ile Tasavvuf felsefesi ele alınırsa; Tasavvufi Absürdizm, bir alt boyuttaki iki farklı denklem gibi karşımıza çıkan ”Tasavvuf” ve ”Absürd”ün üst boyuttaki bütün halidir. Yani, tasavvuf ve absürd, alt boyuttaki yansımalardır. Ve aynen fizikte olduğu gibi, tasavvuf ve absürdü ayrı değerlendirmek bilimsel tutarsızlığa neden olur. Dolayısıyla, bir üst boyuttaki tasavvufi absürdizm kullanılmalıdır. Öyleyse, iki düşüncenin birleşimi, insanoğlunu, sanat ve düşünsel olgu içerisinde ‘’yararlı’’ bir unsura götürecektir. Teknik açıdan, absürd olan, 2. Dünya savaşı sonrası, özellikle ‘’ölüm’’ ve ‘’çaresizlik’’ temellerinde yeşermiş ve gelişim göstermiştir. Gelişen teknikler, oyun kahramanını anti kahraman olarak kullanmış, simgesel üsluptan yararlanmış, mekanik olanı dekor, kostüm, aksesuvar ve dil diyalog bakımından sahneye taşımış, tiyatronun giriş-gelişme-sonuç ve nedensellik olgularını yerle yeksan etmiştir. Buradan da yazılı kültüre bir başkaldırıyı anlıyor ve tasavvuf düşüncesinin de benzeri bir sözlü kültürden gelişini vurguluyorum. Oysa günümüz sanat eserlerinde yaygınca kullanılmakta olan perspektif bakış açısı bir yazılı kültür ürünüdür; bu sebepledir ki, giriş-gelişme ve final çerçevesinde bir öykülemeyi öngörür. Ve fakat, yaşamı sözlü kültür ile algılamak, doğayla bir bütün olmayı ve eserler içerisinde çeşitlemeyi getirir. Yani ilerlemek yerine, olduğu yerde durup varolanı çeşitlemek düşüncesi hakimdir. Şu halde, tasavvuf düşüncesi ve absürd dilinin ‘’aynı’’lığını ortaya koymuş oluruz. Çünkü, absürdün karakteri, adeta bir çemberin içine sıkışmış ve her türlü çeşitleme ile asla bir gelişim gösteremeyerek çıkış kapısı yakalayamamış ve varoluşun o korkunç karanlığında boğulmuştur. Geliştirmek istediğim nokta ise tam da burasıdır. Tasavvuf düşüncesini absürd kişisine eklemlersek, içerisinde hapsolduğu çemberin de aslında kendisi gibi büyük bir parçadan kopmuş olan bir başka parça olacağını , yeterli erginliğe ulaştığı noktada algılayacak mertebeye gelen kişi, gelişim için farklı bir çaba sarfetmeyecek lakin o parçaya eklemlenerek bütüne ulaşabilecektir! Örnekleyecek olursak, Samuell Beckett’in ‘’Godot’u Beklerken’’ isimli oyununa bakalım; oyun kişileri Godot’u beklerler ancak Godot asla gelmez. Böylece beklenen umuda yahut o kavram/şey her ne ise ona asla ulaşılamaz. Tasavvufi absürdizm ise asla ve asla ona ulaşmanın yolunu göstermek niyetinde değildir, Tasavvufi absürdizm der ki ; aslında Godot zaten ‘’SEN’’sin. Çünkü aynı parçadan koptun ve aynı parçaya döneceksin, şu halde bekleyen sen olduğun gibi, beklediğin de sensin. Konu ve düşünce yapısı bakımından, doğu-batı düşünce biçimlerinin birlik ve savaşımı bizi böylesi yenilikçi bir gelişime taşır iken, teknik açıdan ise ; batı kültürüne tasavvuf estetiği enjekte edildiğinde, aynı ‘’yarar’’ın seyirci üzerinde işleyiş gücünü arttıracağımızı savunmaktayım. Yazılı kültürün, katharsis ve kathastasis gibi , korku ve acıma duyguları ile yahut gülme eylemi ile seyircide bir arınma/boşalma yaşattığını ve temel ereğinin bu minvalde kurulu olduğunu bilmekteyiz. Lakin absürd olan, hiçbir biçimde yukarıda adı geçen boşalım biçimlerini uygulamamaktadır ki bu, türün gereğidir. Tasavvufi absürdizm teorisine göre, tasavvuf estetiği öncelikle seyircide ‘’yeni’’ bir algı oluşturacak ve etnik yapısı ile ilgi uyandıracaktır. Elbette bu ilgi hiçbir biçimde illüzyon/özdeşim kurma biçiminde algılanmamalıdır. Burada anlatılmak istenen, tasavvuf kültürünün mistisizmidir. Öyle ki, batının alışagelmediği bir mistik/oryantalist biçem, doğunun ise zaten bünyesinde barındırdığı aynı anlam kodları, seyircide ruhani hissiyatı arttırarak, absürdün çaresiz isyanından doğma buhranını, bir başka boyuta taşıyarak varoluşun sıkıntısını , ”varoluşun kıymetine” dönüştürecektir. Öyle ise bu durum, yenilgiyi kabullenme ve boyun eğme yerine, yenilginin dahi seçilmiş ve eğer seçilmiş ise sevilmesi gereken bir duruş olduğunu vurgulamaktadır. Özdeşlik duvarları yıkılsa da, seyir eylemini sürdüren kişi, atmosfer gereği ruhani bir yolculuğa çıkıp kendi enerjisini parlatmak kaygısına düşecektir. Şu halde, yazılı kültür ürünlerinin ‘’boşalım’’ ereğinin aksine, absürdün anti illüzyonist yapısından farklı olarak ve hatta epik olanın bir deney titizliğinde akla hitap eden ve açık biçim uygulayarak tam anlamıyla düşünce gücüne yönelen yapısından farklı olarak, Tasavvufi absürdizm; seyircide ‘’dolma’’yı amaçlamaktadır. Dolmak burada tam manasıyla ruhani bir enerji yani en başta vurguladığımız Vahdet-i Vücut’a adım atma anlamı taşımaktadır. Bu da ancak ve ancak ruha yönelim ile mümkündür. Öyleyse, tasavvufi absürdizm, absürd olanın mekanik dinamiklerini ve ‘’saçma’’ unsurunu ve diğer tüm teknik biçimlerini korumasının yanı sıra, ruhani olana yöneltecek ilahi uygulayışı öngörmektedir. Ve fakat, bu ilahi biçim, tasavvuf estetiğinin birebir kopyası halinde değil , yazar, yönetmen, oyuncu ve hatta tasarımcı ve seyircinin, kağıt üzerinde, sahnede, bedende, dekor-aksesuvar-ışık-müzik ve en önemlisi ruhunda tasarlayacağı ‘’sıfırdan yaratılacak’’ ve Tasavvufi estetiği bünyesinde barındıracak, sezdirecek, hissiyat manasında aynılaşacak gestus biçimleri olmalıdır. Çünkü, en büyük enerjiye ulaşma çabası, aslında zaten ‘’o’’ (Varlığın özüne ulaşanın kendisi olduğunu bilmek) olduğunun bilinciyle sonuçlanacağından, ara duraklarda hiçbir ‘’doğru’’ yoktur. Bu yüzden hiçbir şey doğru olmayacağı gibi, herşey de doğru olabilir. Aralarında hiçbir fark yoktur. Böylelikle, varış noktası belli olmakla birlikte, ‘’çeşitleme’’ (giriş-gelişme-sonuç yerine durum çeşitlemeleri) yöntemleri şüphesiz ki sayısızdır. İşte sözlü kültür ve tasavuf estetiği de tam olarak bu çeşitlemelerin lezzetini sunar seyreyleyene. Çeşitlemeden kasıt, döngüselliktir. Döngüsellik ise bir dairesel hareket olarak ele alınabilir. Evrende tüm maddelerin yapı taşları titreşim yapmaktadır. Titreşim hareketi iki boyutlu bir dairesel hareketin tek boyuttaki yansıması olarak ele alınırsa, sahnede uygulanacak en doğru yaklaşım döngüsellik (Dairesel hareket, titreşim) olmalıdır. Ve dairesel hareket, giriş-gelişme-sonuç biçiminde verilemez. Giriş-gelişme-sonuçlu sistemde, giriş ve sonuç keyfi değildir, her parçanın başlangıcı bellidir. 1asavvufi Absürdizm’de ise her daim döngüsellik gerekir. Dolayısıyla; her tam daire hareketi başladığı noktaya vardığından başlangıç ve bitiş noktasının seçimi keyfidir. Diğer bir deyişle, tasavvufi absürdizm’de, başlangıç zamanı oyun yazarının seçimindedir ancak oyunun sonunda aynı yerde biteceği için başlangıç noktası( bitiş noktası) önemli değildir, önemli olan sahnedeki her şeyin tam dairesel hareketi tamamlamış olmasıdır. Böylece, bu türdeki oyunlarda, oyun her noktadan başlatılabilir, çünkü hareket dairesel olduğundan bitiş noktası da başlangıca varacaktır. Sahnedeki parçaların her biri küçük döngülerden oluşmalıdır ve her dairesel hareketin bir açısal frekansı vardır. Yani, yapılan dairesel hareketin bir tam döngüsü için geçen zamanı bilirsek, dairesel hareketin açısal frekansına ulaşabiliriz. Yani, sahnedeki bütün etmenler (oyuncu,dekor,replik,aksesuvar vs. her şey), küçük dairesel hareketlerden oluştuğu için, bütün sistemi ortalama bir frekansla hareket eden(titreşim yapan) döngüsel bir sistem olarak ele alabiliriz. Enerji, açısal frekansın fonksiyonudur. Yani sistemimizin açısal frekansını bilirsek, enerjiye ulaşabiliriz. Oluşturulan bu sistemin yaydığı enerjinin frekansının, izleyen seyircilerin ruhani veya maddesel enerjilerinin frekansıyla rezonans haline girmesi maksimum haz (maksimum genlik) halidir. Yani, sahnede kullanılan bütün faktörlerin ufak döngüsel sistemler olarak ele alınması gerekir. (Bunun bize getirisi seyircide maksimum haz halidir.) Absürdün doğuş noktası olan 2. Dünya savaşını geride bıraktığımız ve bireyin eski olana oranla çok daha fazla kendine yöneldiği bu ‘’geçiş dönemi’’, artık ‘’soğuk savaş’’ içerisinde olduğuna göre, işleyen sürecin ‘’yavaşlığı’’ ve ‘’sancısı’’ , teknolojik olanın ‘’hızı’’ ile savaşmak halinde olduğuna göre, Tasavvufi absürdizm, bireyin günlük hızını sahneye taşırken aslında asıl erek noktasına değme konusunda ne denli yavaşladığını göstermek üzere sahnelenmeli ve izlenmelidir. Örneğin, sahnede uygulanacak oyunun, 20 dakikası V1=V hızında gidiyorsa ( Buradaki hızdan kasıt, iç ve dış aksiyonların toplamının hız birimindeki karşılığıdır.) , oyunun kalan 20 dakikası V2 = -V hızında olmalıdır, yani oyun V1 hızına eşit oranla yavaşlatılmalıdır. Diğer bir örnekle, daha net açıklamak gerekirse; 40 dakikalık bir oyun için, oyunun 10 dakikalık kısmı V1 = 3V hızında ise, kalan 30 dakikalık kısım; V2 = -V kadar (3’te 1’i kadar yavaş) olmalıdır. Yani ortalama hız(iç-dış aksiyon) , sıfıra yakın olmalıdır. Sonuçta ; sistemin hızı, hızlı gittiği miktarda yavaş gitmelidir. Ortalama hızı sıfıra çekmemizdeki amaç; enerjideki dengeyi sağlayabilmektir. Burada en önemli kısım, sahnedeki enerji değişimini minimuma çekmektir. Termodinamiğin 2. yasası gereğince sistemler entropilerini ( düzensizlik miktarı) minimuma çekmeye çalışır. Fiziksel sistemler dengeyi bulma eğiliminde oldukları için, bu durumu sahneye ancak ve ancak yukarıda açıkladığımız biçimde uygulayabiliriz. Amacımız ise, doğadaki sisteme en yakın olan yapıyı sahneye kopyalamaktır. Böylece sahneye konulan oyun, doğayı en doğru biçimde kopyalamış olur ve izleyene maksimum hazzı yaşatır. SONUÇTA ; modern sonrası sanatın bir sonraki adımı , doğunun öğretisi ile batının sanat akımının birleşmesinden doğan, bilimin insanlığa kazandırdığı gelişmeleri de içinde barındırmayı amaçlayan, insan ruhuna ve doğaya en yakın olan ‘’Tasavvufi Absürdizm’’in kabulü ve uygulanışı ile mümkündür.

 

Bildiren: Ezgi Gizem Gülümser

One comment to “Berkay Berkman diyor ki…”
One comment to “Berkay Berkman diyor ki…”
  1. Berkay Bey’i gönülden kutluyorum.

    5-10 kitabın özeti kadar olmuş yazdıkları… 🙂 Derinlikli ve anlayarak, kavrayarak, üzerinde düşünerek yapılan okumaların meyvesi tüm bunlar…

    Fakat bu kadar felsefi ve psikolojik bilgi/düşünce, böylesi bir biçemde ve çok kesif olarak art arda, tek başlık altında yazıldığı zaman, okura büyük eziyet ve külfet verebilir ve okunma sayısını/zevkini azaltabilir. O nedenle yeniden düzenlenmesi ve okunur biçime ve daha az-öz, daha akılda kalır şekle evrilmesi gerekiyor…

    İçeriği teker teker irdelemek ve yorumlamak sanırım en az bir ayımı alacak kadar zamana gereksinim yaratır; o nedenle o konuyu sadece bu tümce ile geçmek zorundayım…

    Tebrikle, gıptayla, selamla…

    MS

Comments are closed.