Bayan S. Yorgun argın bir güne daha uyandı. Asla dinlenemiyor, artık uykunun ona bu konuda yardım edebileceği bir şey olduğuna da inanmıyordu. Uyku sadece düşlere yarardı o da inandıkça. Bayan S. düşlerine çok önem verir, onları düzenli olarak kaydederdi. Hem de her kaydedişinde bir kısmını yitireceğini bile bile. Ama yapacak bir şey yoktu bir kısmını yitirmek hepsini birden yitirmekten iyiydi. Bayan S.’nin en korktuğu şey hiç olmaktı. Bundan o kadar korkuyordu ki insanların zihninde var olmak adına olmadık işlere burnunu sokardı. Ağlama krizlerine girer, elbet biri yetişip onu kurtarır ümidiyle intiharı dener ve aşırı ilgi ve sevecenlikle onun hakkında düşündükleriniz yüzünden sizi kendinizden şüpheye düşürürdü. Bu öyle bir şüpheydi bir kez ortaya çıktı mı hayatınızdan içinizi uçuk kaçık, ıssız, çürük bir korku sarardı. Bayan S.’ye karşı durmak zordu. Bir keresinde şöyle söylemişti: “Aşırlık, uyumsuzluk, tüm bunlar gençlik ateşiyle alevlenen ve zamanla yerini olgunluk ve dinginliğe bırakan şeylerdir.” İşte Bayan S. sonunda olgunluğu bulunduğunu söylüyor ve bizim tüm o gösterdiğimiz uyumsuzlukları sadece “çocukça” olarak niteliyordu. Bazı insanlar gerçekten bir türlü büyümüyor, onların bu çocuksu kaprisleri Bayan S.’nin hoşgörü sınırını zorluyor ama yine ve yine anlayıştan ödün vermiyordu işte. Büyük bir kadındı Bayan S. Gerçekten büyüktü, birazcık da tombulcaydı ve azıcık da iriceydi. Ama olsun, bu büyüklük, tombulluk ve irilik onun daha çok kabul görmesine neden oluyordu. Gençken arzu edilmeyen, dalga geçilen, bir külfet olan bu durum nasıl oluyor da yaş kemale doğru ererken bir avantaja dönüşüyordu şaşırtıcıydı doğrusu. Ama Bayan S. bunu standartlar enstitüsünde yıllardır deneyimlemekteydi ve bu bir gerçekti. Büyük küçük tüm firmalar karşısında tir tir titremekte, Bayan S. de eline geçen her fırsatta ortamda kimin söz sahibi olduğunu koca gövdesini ortaya koyarak gözlerine gözlerine sokmakta ve karşılaştığı herkese haddini bildirmekteydi. Ne de olsa tecrübe denilen bir şey vardı ve bu “şey” yaşanarak kazanılıyordu o kadar. Yaşamadan kim ne bilecekti Allah aşkına. “Yaşayarak öğrenen insanlık” diye iç geçirdi Bayan S. Aklına hiç başka bir öğrenme metodu da gelmiyordu zaten, “hayatı romanlardan öğrenecek değiliz ya” derdi durup durup içinden. Âlem kadındı Bayan S. Bu hayatta en çok yakındığı şey de kitap okumaya bir türlü vakit bulamamasıydı. Ne yapsındı, iş, ev, koşuşturmaca derken hayat geçip gidiyordu işte. Evde o Türkçeyi nerden öğrendiği asla kestirilemeyen, vurguyu olur olmadık yerde yaparak toplumun sinir katsayısını arttırırken algı katsayısını düşüren spikerlerin bağırıp çağırdığı çeşit çeşit program ya da haberler açık olurdu sürekli. Bayan S.’nin kafası bu yüzden her daim güzeldi ya da pardon kazan’dı.
Bayan S. zaman zaman iş yerinden tabiî ki bayan arkadaşlarıyla tatlıcıya giderdi. Orada iş yerinde konuşup konuşup bir türlü bitiremedikleri evlilik, hamilelik, çocuk doğurma ve yemek yapma ritüellerinden bahsederlerdi. Yo, öyle hepsi evli barklı kadınlar değildi iş arkadaşları ama geneli evli barklı olma hevesinde insanlar olup bu geçiş sürecinde aileleriyle yaşamaktaydılar. Ama hepsi de adı gibi emindi ve şöyle diyorlardı o nadide kurumumuz için, “bir gün ama bir gün mutlaka olacak”. Aile kurmak önemliydi zira başka türlü kale alınmadığınız bir toplumda yaşıyordunuz. Bayan S. ve arkadaşları tüm bunlar hakkında kafa yorarken bir yandan çeşitli açılardan fotoğraflar çekiliyor, diğer yandan da New York usulü cheesecake’lerinin tadını çıkarıyorlardı. Bayan S. böyle zamanlarda tam olarak nerede olduklarını kimsenin bilmediği ama herkesin emin olduğu Afrika’daki çocukları düşünür, açlık sınırında yaşayan onca insan varken ortamdakilerin hem lüks takılıp hem de israf etmeleri içini parçalar ve saatlerce bu konuda söylenip vaaz verirdi. Ona göre zaten günün birinde çürüyecek olan bu insan bedeni bir tür öğütücü ya da bilemedin fabrika olarak düşünülebilirdi. Bu yüzden israf etmek yerine parayla satın alınan ne varsa zorla da olsa yenilmesi gerektiğini, bedenin bu fazlalıkların bir şekilde çaresine bakacağını söylerdi. Kilo alacağından ya da modern tabiriyle bölgesel yağlanacağından korkan beyler ve hanımlar için de spor yapmalarını salık verirdi. Böylece hem israf edilmemiş hem de yenilen her şey bol bol enerjiye ve hoş sohbete dönüşmüş olurdu.
“Ama Bayan S. neden illa para verilen yiyeceklerin israf edileceğinden korkuyorsunuz?” diye sormuştu kibar bir hanımefendi. Bayan S. ise “Olur mu öyle, evde ya da misafirlikte de böyle davranmak gerekli, hem görgü kuralları açısından da güzel bir davranış olur bu” diye cevap vermişti. Tam o sırada kibar hanımefendi yiyecek takası olsa nasıl davranılacak o zaman diye soracaktı ki aklına dört kişilik bir pastayı bir koyunla takas ettiren zavallı bir adamcağızın görüntüsü geldi ve kendini gülme krizinden alamadı. Sanki koyunu alan adamcağız onu yemek zorunda kalacaktı. Oysa ne kadar da kibardı Bayan H. asla Bayan S.’ye saygısızlık yapmak istemezdi. Asıl adı da Hanım’dı ama sırf Bayan S. ona da istediği gibi hitap edebilsin diye bu daracık H. harfine sıkıştırmıştı adını. Sonuçta Hanım Hanım diyemezdi Bayan S. Hanım demeden de iletişim kuramazdı kimseyle, yapacak bir şey yoktu. Kibar Hanım hanımefendi adını Bayan H. olarak değiştirdiğini ilan etti. Ama bu sırada yine o çok önemli ve değerli kibarlıkla ilgili konuşup saygısızlık yapmamak için tir tir titrerken “hanımefendi” diye içinden geçirdi Bayan H. Sonra tekrar “hanım efendi” dedi. Sonra “hanım”, ardından da “efendi” dedi ve bir an anlam veremedi. Kulağına çalınan kimi şeytani fısıltılar “Yine mi diyordu, yine mi erkek hegemonyası, kibar olmaya çalışırken de mi?”. Ama bu sapkın düşünceleri hemen aklından uzaklaştırdı Bayan H. İş yerinde işe yeni başlamış bir kızcağız vardı, sürekli “hatun” diyip duruyordu ve bunun öz Türkçe olduğunu iddia ediyordu. İçinden bazı bazı “hatun” diyesi geliyordu Bayan H.’nin de ama ağzını açtığı an bu sözcük parçalanıyor ve açıkağızla sessiz kalakalıyordu Bayan H. öylece. Alışkın değildi tabi. Bayan S. söz konusu olduğunda ise ona hep “Hanım” diye hitap ediyordu ve hapşururken ağzını kapatıyordu.
Bayan S.’nin çok katı kuralları vardı. Asla burnunu çekmez, gaz çıkarmaz, fazla samimi olmadığı insanların yanında yüksek sesle gülmez, daima siz diye hitap eder ve ettirir, büyüklerinin yanında bacak bacağa atmaz –hoş artık onun karşısında pek büyük kalmamış olmakla birlikte Bayan S. bu nadide geleneğimizi devam ettirmek için elinden geleni ardına koymuyordu, sakız çiğnemez, alkollü içecek tüketmez, uzaklara dalıp gitmez, fazla konuşmaz, çok sessiz kalmaz, arada saçma sapan laflar söyleyip sırf konuşmuş olarak toplumda var olduğunu kanıtlamaya özen gösterir, her zaman yüzünde daima mutluymuşçasına bir gülümseme asılıdır- nereden geldi bilinmez, yüz felci olduğuna dair söylentiler dolaşmaktadır etrafta, yüksek sesle konuşmaz, herkesin güleceği espriler yapar, kendini beğenmez, fazla su içmez çünkü çok su mideyi şişirip ya gaz yapar ya da iki dakikada bir tuvalete gitmeye neden olur. Ancak Bayan S. çok ama çok titizdir, öyle titizdir ki siz yanında kendinizi affedersiniz ama bir bok çuvalı gibi hissedersiniz. Bayan S. öyle her yerde tuvalete girmez gireni de sevmez ve hor görür. Üniversite yıllarında bir gün küçük bir derslikte çantasını öylece yere bırakan bir kızcağıza nasıl sinir olmuş ve bir şey dememek için kendini zor tutmuştu. Neyse ki titiz ondan da uyuz pardon titiz hoca onun yerine dile gelmiş “Benim çok titiz bir bayan öğrencim vardı. Çantasını asla yere koymazdı, üzerine koyacak sandalye de bulmadığı için şu askılığa asmıştı çantasını” diyivermişti. Ama kızın çantası hala yerde, aklı da bir karış havadaydı. Bayan S.’nin bu anıyı anlık bir taarruz ya da saldırganlık olarak algılamış ve bir bayanın hep temiz, titiz olması gerektiğini düşünmüştü. “Ne de olsa bayanız,” diyordu. “Biz titiz olmayacağız da kim olacak? Bizim görevimiz değil mi temizlik, titizlik, bakım”. Bayan S. biraz metafizik olsa da tanrının kadına böyle görevler biçtiğini ve bir erkeğe mutlaka bir kadının bakması gerektiğini savunurdu. Hem zaten başka türlü ilişki mi yürürdü. İnsanların bu konuları yeterince düşünmediğini düşündü. Oysa ne vardı bunda anlamayacak, o iki dakikada çözebilmişti konuyu. Ama zaten onun imkânı olsa o ne non-lineer denklemler çözer, ne kaotik döngüler yaratırdı, Julia kümeleri bile küçülürdü yanında.
Bunlar ola dursun bir yandan da Bayan S.’nin tanıyıp tanımadığı tüm erkekler olur olmadık yerlerde, en ufak bir sinir anında, eğlenirken ya da konuşurken ağzına dolanmış bir şekilde sürekli küfrediyor ve bu küfürler kadının cinselliğini aşağılamaktan başka hiçbir şey içermiyordu. Bir küfür ancak bir kadın cinselliği söz konusuysa küfürdü zaten. Ancak herkes sözleşmiş gibi susuyor, kimse bundan bahsetmiyor ya da rahatsız olmuyordu, hatta yeri geliyor erkek Fatma diye tabir edilen kadınlar da bu güruha dâhil olarak kendi benliklerine ve cinsiyetlerine küfrediyorlar, kadının şeyleştirilmesini, cinselliğinin da aşağılanması anlayışını destekliyorlardı. Böyle zamanlarda Bayan S.’lerin hepsi susuyor, kibarlık ve saygı uğruna bas bas bağıran bu ekol birden hafifliyor ve hafifliyor ve kadere inanıyordu hem de harfi harfine… Bayan S’nin aklına Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli adlı romanı geldi. Normal zamanda belirgin cinsiyetlerin olmadığı bu toplum, başka bir toplumdan kadın cinselliği üzerinde temellenen küfürleri duyunca anlam verememişti. Sadece birbirleriyle etkileşimleri olduğu kemmer döneminde duruma göre kadın veya erkek cinsiyetine bürünen bu toplumda cinsiyetler her daim belirgin değildi dolaysıyla cinsiyet ayrımcılığının olmadığı fantastik bir yapılanmaya sahiptiler. Bayan S. duraksadı ve derin bir nefes aldı, böyle fantazya eserleri aklına sokan onun hakkında yazıp duran şu sinir bozucu yazar olmalıydı. Yoksa Bayan S. diye biri yoktu ve biz hepimiz çok mutluyduk.
Zeynep Çolakoğlu
süper olmuş tebrikler…bayan S ve bayan H ye de sonsuz selamlarrr
Elinize sağlık, hoş olmuş…