Barış Kıralioğlu: Oyunu ilk duyduğun gün çok önemli

Tiyatro sahnelerinden, dizilerden, sinema filmlerinden tanıdığımız Barış Kıralioğlu ile tiyatro, oyun yazarlığı, tiyatroda maske, Commedia dell’Arte, çocuk oyunları üstüne konuştuk.

 Şu an Tiyatro Martı ile Kral isimli oyunun kadrosundasınız. Oyunun hazırlanması ve sizin role çalışma sürecinizden bahseder misiniz?

Oyunun yönetmeni Serkan Üstüner  beni aradığında çok sevindim çünkü bundan beş sene önce bir oyunda beraber çalışmıştık. Kendisi benim çok beğendiğim yönetmenlerden biri. Bana hemen oyunun metnini yolladı. Eugene Ionesco’nun yazdığı bir metin. Erdal Özyağcılar uyarlamış. Metni çok beğendim, Doktor rolü teklif edildi bana. Erdal Özyağcılar, Güzin Özyağcılar, Nihan Büyükağaç, Gözde Çetiner, Ferdi Alver ve Burak Tanay kadroda. Oyunu duyduğun ilk gün çok önemli. Okuma provası için buluştuğumuzda oyun, çok iyi duyuldu bize. Önceden tanışmayan bir ekiptik, kısa sürede kaynaştık ve provalara başladık. Yaklaşık iki ay sürdü provalar ancak öncesinde Erdal Özyağcılar bir yıl kadar çalışmış oyun üstüne. Kendisi oyunun aynı zamanda Dramaturg’u olduğu için bizlere de yön verdi ve Serkan ile de çok iyi anlaştılar. Ben Doktor için kafamda düşündüğüm şeyi provalarda uyguladım ve o fikir yönetmenin de hoşuna gidince geliştirdik. Oynadığım rol oyundaki kötü adamlardan biri. Ben kötü adam oynamayı da seviyorum. Bir arkadaşım da demişti ki: “Ne kadar istesen de kötü oynayamazsın, kötü oynasan da çok sempatik duruyor” demişti. Oyun ile sekiz temsil yaptık ve sezonu kapattık. Önümüzdeki sezonun oyunu olacak. Ben çok memnunum çıkan işten. Umarım seyirci de aynı fikirdedir.

Yazmak için ne düşünüyorsunuz?

Yazma kısmı çok güzel. Hepimiz kendimizi ifade ediyoruz: çizerek, oynayarak, yazarak… Bazen, bazı şeyler yetmiyor. Örneğin oynamak yetmiyor ve o zaman bir şey yazmak istiyor insan. Resim yapmak istiyor, şarkı söylemek ya da  farklı sanat dallarını kullanıyor. Hepsini bir arada kullanan sanatçıları da biz genellikle çok beğeniyoruz . Eski dönemden örnekle: Hümeyra, Ayla Algan, Öztürk Serengil, Altan Erbulak gibi kişileri… Ben bu aralar eski plakları topluyorum. Bu saydığım isimler o dönemlerin sevilen oyuncuları. Şarkılar yapıp plak çıkarmışlar. Benim de hayallerimden bir tanesi diyebilirim 45’lik plak çıkarmak.

Sizce oyuncu için Dramaturg’un önemi nedir? Yönetmen-Dramaturg etkileşimini nasıl değerlendirirsiniz?

Bir oyun yazıldıktan sonra yazarın kurduğu dünyayı Dramaturg ele aldığında yeni bir çerçeve çıkıyor ortaya. Oyun birkaç aşamadan geçiyor aslında: yazar, dramaturg, yönetmen ve oyuncu ile buluşuyor. Sonrasında işin içine tasarımlar da giriyor: dekor, kostüm, afiş gibi… Böylece ortaya bir ürün çıkmış oluyor. İlk önemli adım oyunun dramaturg ile buluşması diye düşünyorum. Çünkü yazarı tanımıyor olabiliriz ya da ölmüş bir yazarın oyununa çalışacağız. Dramaturg bu yazarı bizden daha iyi tanımış olabiliyor. Bütün oyunlarını okumuş, farklı oyunlarında çalışmış…. Yönetmen ile iyi anlaşır ve aynı çizgide buluşursa dramaturg çok faydalı oluyor. İşin ilginci de çoğu yönetmen farklı bir dramaturg ile çalışmayı tercih etmiyor. Ödenekli tiyatrolar dışında dramaturgşar için bir isdihtam görmüyoruz. Nedenini bilmiyoruz. Bir üretimin içinde ne kadar farklı sesten ve dilden kişi olursa birbirini besleyeceğini düşünüyorum. Yönettiğim oyunlarda da başta hayal ettiğim şeylerin dışında çıkıyor bazen oyun ama o süreç de çok güzel. Ben birkaç kez farklı dramaturglar ile çalıştım: süreçte benimle birlikte olan da oldu, daha teorik çalışanlar da… Bu etkileşimin çok faydalı olduğunu düşünüyorum.

Dizi, sinema, tiyatro oyunculuğunu ayıran özellikler sizce neler?

Konservatuarda okurken bizim kamera önü oyunculuğu diye bir dersimiz vardı ve bunu çok teorik işledik. Bu sebeple kamera için tecrübe kazanamadan mezun olduk. Akabinde tiyatro, sinema ve dizilerde çalışmaya başladım. Üçü de birbirinden farklı disiplinler. Tiyatroda bildiğimiz çoğu şeyi kamera önünde uygulayamayabiliyoruz. Diziler Türkiye’de çok hızlı çekiliyor o yüzden oyuncuların da çok hızlı düşünüp, üretip pratik olmaları gerekiyor. Kamera açıları, tekniğe dair ipuçlarını öğrenip onun üstüne gitmek gerekiyor. Mesela beş yüz kişilik bir tiyatro salonunda bir oyun oynarken kullanmamız gereken ses, mimik ve jestler ile kameranın sadece yüzünüze yakın plan yaptığı anda oynamanız gereken ses ve mimikler farklı oluyor. 50-60’larda sinemada oynayan tiyatro oyuncuları için “Çok büyük oynuyorlar” denirdi. Böyle bir algı da vardı. Günümüzde böyle bir şey yok diye düşünüyorum, herkes bu farkı anladı. Sinemada da daha uzun sürede daha geniş bir anlatım durumu var. Sinema filmlerinin hazırlık süreci daha uzun sürüyor; senaristle, yönetmenle yapılan  toplantılar ve sohbetler oluyor. Çekim süreleri de daha uzun oluyor. Bir oyunda iki ay prova yapıp oyunu çıkarıyoruz ve her şey hazır oluyor. Bir dizi senaryosu geldiğinde onu okuyup oynamamız bazen iki gün sonra bazen de  bir saat sonra olabiliyor. Çok hızlı bir hazırlanma gerektiriyor. Sinema filminde ise rolü içimize sindirmemiz, çalışmamız bazen altı ay beklediğimiz ya da kısacık bir sahneyi birkaç günde çekebildiğimiz bir yapı da olabiliyor. İki sayfalık bir sahneyi bir dizide üç saatte çekebiliyoruz ama sinema filminde bir sayfalık bir sahne çekimi bir gün sürebiliyor.

Bugüne kadar yer aldığınız projelerde en unutamadığınız hangisi ve neden?

Bugüne kadar Türkiye’de herkesin çok sevdiği ve beğenerek izlediği ustalar ile çok yakın temasta çalışma şansım oldu. Tiyatroda Haldun Dormen, Erdal Özyağcılar, kamera önünde Çetin Tekindor, Uğur Yücel, Mustafa Uğurlu, Nevra Serezli, Bülent Kayabaş… Onlarla geçirdiğim her an benim için çok kıymetli. En unutamadığım proje bir zamanlar kendi tiyatromu kurduğumda onun açılış projesi olan “İki Dünya Oteli” isimli oyundu. Dünya’da oyunları 60 dile çevrilmiş olan Fransız yazar Eric-Emmanuel Schmitt tarafından yazılmış bir oyun. Ülkemizde çok tanınmayan bir yazardı, o oyunu sahneye koymak benim için çok unutulmaz bir deneyim oldu. Gerek kadrosuyla, gerek yapısıyla… Hem oynamıştım hem de yönetmiştim. Onu da farklı bir kadro ile tekrar yapmak istiyorum.

Ödül almak bir oyuncuyu motive eder mi sizce?

Evet kesinlikle eder. Mesele aslında ödüle çok inanmak ya da bunu bir motivasyon aracı olarak görmemek, bir beklenti içinde olmamak. Yaptığınız iş, birileri tarafından takdir edilip ödül veriliyorsa bu mutluluk verici bir şey. Ben tiyatromu kurduğumda “Ümit Veren Tiyatro Ödülü” almıştık ve tüm ekip sahneye çıkmıştık. O çok güzel bir motivasyon olmuştu. Yeni kurulan bir tiyatroyduk ve çok severek yaptığımız bir işti. Bu açıdan o yıl alınabilecek en iyi ödüldü. Birkaç yıl sonra Müfettiş oyununda oynadığım Osip karakteri ile “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü”nü aldım. Buna da çok sevindim: Ekin Yazın Dostları Ödülü’nün jürisi, tiyatrocu olmayan insanlardı. Herkesin izleyip oy birliğiyle karar verdiği bir ödülü almaktan dolayı sevindim. Tamamen tiyatroculardan oluşan jürilerden bir ödüle henüz denk gelmedim, umarım önümüzdeki yapacağım oyunlarda denk gelir. Bazen 17-18 yaşındayken “Ümit Veren Genç Oyuncu Ödülü” alan kişi elli yıl boyunca hiç ödül almıyor. Çok ümit vermemiş oluyor o kişi. Hiç ödül almayıp 60 yaşında ödül alanlar da var. Bazı oyuncular ise 2-3 senede bir aynı ödülü alıyorlar, onları da severek takip ediyoruz.

Bir oyuncu olarak mesleğe yeni adım atanlara bir tavsiye verecek olsanız bu ne olurdu?

Pratik yapmak çok önemli. Öğrenciliğimde tiyatronun her alanında bulundum: ışık odası, dekor taşıdım, dekor yaptım, yönetmenlere asistanlık yaptım, bazı oyunlarda da oynamıştım. Eğitim devam ederken bunları yapmak çok şey katıyor. Yakaladıkları tiyatrocuların yakasına yapışsınlar ve oradan düşmesinler. Bir gün okulda dört dönem altımda olan bir arkadaş geldi ve asistanlık yapmak istedi. Başladı ve bütün oyunun hazırlık sürecini, oyun günü yapılması gereken şeyleri gösterdim. Yaklaşık beş yıl boyunca hangi işi yapsam yanımda götürdüm onu, Metin Hasgül. O bu durumdan çok memnun kaldı. Çünkü aynı şeyi ben de ustalara yaptım. Hatta 21 yaşındayken Cüneyt Türel’e bir oyun teklif etmiştim sahneye koymak için. Atılgan ve girişimci olmak çok önemli. Defalarca karşılaşıyorum: ben de dizilerde oynamak istiyorum, diyen ya da başka meslek yapıp kısa yoldan popüler olmak isteyenler var ve onlara hiçbir şey diyemiyorum.

Hangi tür oyunlarda yer almak sizi daha mutlu eder?

Komedi oyunlarında oynamayı seviyorum çünkü komedinin bir zamanlama işi olduğunu düşünüyorum. Sahne üstünde vereceğimiz küçücük bir es, doğru tonlama sayesinde oyunun komedisini köpürtebiliyoruz. Ben şimdiye kadar hep usta komedyenlerle çalışıp onlara çıraklık yaptığım için bunu gözlemleme fırsatım oldu. Canlı canlı seyirciden aldığım tepki çok hoşuma gidiyor.

Siz çocuk oyunları da yönettiniz. Ülkemizde çocuk tiyatrosuna bakış nedir ve gelişmek için neler yapılabilir?

Öncelikle en önemli olan şey bilgilendirme. Gelecek çocuk seyirci ve onu getiren kişilerin oyuna gelmeden önce oyun ile ilgili bilgisi olması gerekir. O oyun kaç yaşa hitap ediyor? Günümüzde oyunlarda o ibare yok. Sadece Şehir Tiyatroları’nın yaptığı oyunlarda var. Bu çok önemli çünkü çocuk seyirci ileride günümüzün tiyatro seyircisini de oluştuyor. Üç yaş grubunın izlemesi  gereken bir oyuna on iki yaşında bir çocuğu götürünce tiyatroyu sevmeyebilir ve bir daha izlemek istemeyebilir. Bizim onu kaybetmeye hakkımız yok. O yüzden yaş gruplarını bilerek gitmek gerekiyor. Genelde bildiğimiz masallardan uyarlama işler var. Daha popüler olduğu için yapıyor sanırım tiyatrolar bunu. Daha özgün  şeylerin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Üzerine peluş ayı kostümü giymiş oyuncunun bir şeyler anlatmasından çok, çocuklara hitap edecek iş yapmak çok önemli. Müzik ve görselliğin ön planda tutulması gerektiğini düşünüyorum. En son yönettiğim çocuk müzikalinde bir yerde şarkılar çocuklarla söyleniyordu. Oyun kişisinin enstrümanını tanıtıp oyun sonu sahne üstünde çocuk seyircilerle birlikte şarkının söylenmesini sağlamıştım. Oyunu yapalı üç sene oldu. İzleyen bir arkadaşımın çocuğu, oyundaki şarkıyı halen evde söylüyormuş. Müzik olarak iyi bir şey yapmışız. Çocuk görsel olarak da hatırlıyorsa doğru iş yapmışız demektir.

Çok oyun izliyor musunuz?

Kendim sahnede olmadığım zamanlarda olabildiğince izliyorum ve çoğunlukla da çocuk oyunu seyrediyorum. Özellikle yurt dışından gelen  bazı grupları ya da yurt dışında festivallerde izlediğim çocuk oyunlarını çok beğeniyorum.

Commedia dell’Arte ile yolunuz nasıl kesişti? Kimlerle çalıştınız?

Ben Galileo Galilei İtalyan Lisesi mezunuyum. İtalyancam ana dilim gibi. Konservatuarda okurken İtalya’ya gidip defalarca oyun izledim. O dönemde Piccolo Teatro di Milano Türkiye’ye gelmişti ve “İki Efendinin Uşağı”nı sahnelemişlerdi. Tüm oyun maskelerle oynanıyordu, sadece  selamda oyuncuların yüzlerini gördük. Bütün oyun boyunca uçan, kaçan, taklalar atan o enerjik adamın maskesini çıkardığında yetmiş yaşında bir aktör olduğunu görünce çok heyecanlanmıştım. Araştırınca yaklaşık 35 yıldır Ferruccio Soleri’nin bu karakteri oynadığını görmüştüm. Commedia dell’Arte’de bir oyuncu bir karakteri benimseyip oynamaya karar verdiği zaman hayatı boyunca hep o karakteri çalışıyor. Çünkü onun bedeni, sesi ve oyunculuk tarzı hep çalışılması gereken, üstüne eklenmesi gereken bir şey. Ben Arlecchino oynadım bir oyunda, kendimi ona yakın hissettiğim için. Aslında fiziksel belirleyici unsurlar da var ama benim hocam bana hangi karaktere kendini yakın hissediyorsan onu oynayabilirsin dediği için bunu yapmıştım. Okul bittiğinde güzel bir tesadüf ile Mario Gallo isimli bir usta ile tanıştım. Roma’da yaşayan, Commedia dell’Arte’nin önemli temsilcilerinden bir tanesi. Türkiye’de yaptığı bir atölyeye katılmıştım. Sonra Mario ile yaklaşık iki yıl çalıştık. O Türkiye’ye geldi, ben İtalya’ya gittim.

İstanbul’un Commedia dell’Arte başkenti olarak seçilmesi nasıl gerçekleşti?

Mario bana böyle bir teklifle geldi 2013’te. Her yıl bir şehir seçiliyor ve etkinlikler o şehirde gerçekleşiyor. O da bana İstanbul’u önerdi. Bunun üzerine başvuruda bulunduk ve İstanbul o sene başkent seçildi. İtalya, İngiltere, Portekiz’den farklı Commedia dell’Arte ustaları gelip burada oyunlar sahnelediler. Mario Gallo’nun yönettiği “Uşaklar ve Efendiler” isimli bir oyunu da sahneledik. Bir de benim tek kişilik deneysel bir performansım da oldu festival kapsamında. Mario yönetmişti. Normalde Arlecchino, çok dinamik ve hareketli bir karakter ancak bu oyunda kendini evine kapatan, durmaksızın yemek yiyen ve çok şişmanlayarak yerinden kalkacak hâli kalmayan bir maskeyi canlandırdım. Bir noktadan sonra seyircilere de yemek vermeye başladım ve karşılıklı yemek yedik.

Commedia dell’Arte maskeleri üzerine atölye yapıyor musunuz?

Dönem dönem yaptığım oluyor. Alçı ile yapıyorum ben maskeleri. Aslında deriden yapılan bir teknik var. Ve çevremde bu konuya meraklı kişilere bu tekniği öğretiyorum. 27 Mart 2014’te yaptığım maskelerle bir sergi açtım Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde. Ayrıca Nikolay Gogol’ün “Burun” isimli öyküsünden uyarlanan, Arda Öztürk’ün yönettiği  oyunun da maske tasarımı yaptım. İlk defa oynamadığım, sadece tasarımcı olarak katıldığım bir işti.

Yurt dışında takip ettiğiniz bir tiyatro grubu var mı?

L’Asina Sull’isola  “Adadaki Eşek” Türkçesi ekibin isminin. Yıllar önce İstanbul Tiyatro Festivali’ne bir toplulukla ortak iş yapmak için gelmişlerdi. Murathan Mungan’ın “Geyikler ve Lanetler”  oyununu İtalyan bir grup oynuyordu. Bu ekip de oyunun bir nevi dekorunu yapıyordu. Aslında gölge tiyatrosu yapan kişiler. Oyun boyunca oyunun fonundaki bütün gölgeyi onlar oynattılar. Festivalde bu iki gruptan sorumlu kişiydim. O grubu çok beğendim, çok disiplinli ve değişik fikirleri olan bir gruptu. Sonrasında onların yaptığı bütün işleri takip etmeye başladım. Normalde sahnelemekten çekineceğimiz, çok büyük prodüksiyon olacağınızı düşündüğümüz ya da “Bunu sahnede nasıl anlatabiliriz?” diyebileceğimiz bir oyunu onlar gölge tiyatrosu olarak sahneliyorlar ve çok başarılalar. Benzer bir örneği İstanbul’da da izleme şansım oldu. Sabahattin Ali’nin ölmeden öncesi son bir buçuk saatini anlatan “Ağaç İrfan” diye bir oyun izlemiştim. Bir perdenin arkasında sahnelenmişti, farklı bir teknik kullanılarak.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir dönem alternatif sahnelerde oynadığım oyunlar oldu. Seyirci ile çok yakın temasta bir yapı var. orada oynadığım oyunun komedi değil dram olmasını tercih ediyorum çünkü bir metre uzağınızdaki seyircinin sizin gözünüzden bir damla yaş aktığını gördüğünde nasıl  etkilendiğini görüyorsunuz. Bazen sizle birlikte ağladığını görüyorsunuz…  Bu bizim mesleğimizin en heyecanlı kısımlarından biri. Gerek komedide seyirciden aldığımız o anlık harika kahkaha, gerek seyircinin gözünden akan bir damla yaş ya da oyun sonu gözümüzün içine bakarak coşkuyla alkışlama…

Röportaj: Ezgi Gizem Gülümser