On bin puan

corlos golo2

Ergenliğimizin en bulaşık günleriydi. Sıralarımız ardışık olduğu için çabucak kaynaşmış taze liseli üç kız arkadaştık. Gündüzleri üst sınıflardaki erkeklerin hayaliyle yanaklarımız kızarır, akşamları yatağımızda Harry Potter okurduk. Öğle teneffüslerinin en büyük faaliyeti yediklerimizin kalorisi üzerine tartışmak ve bazen, yeterince çılgın hissediyorsak, boş bir sınıfın sıralarının üstüne çıkıp discmanin kulaklığından duyabildiğimiz kadarıyla müziğe dans etmekti.

O dönem akıllı telefonlar olmadığı için yapacak daha iyi bir iş bulamadığımızdan mı yoksa yaşımızın verdiği genel bir saçmalama dürtüsünden mi bilinmez, bir gün yine bir öğle teneffüsü sırasında Harry Potter’ın son kitabıyla ilgili bir şeyler konuşurken laf lafı açtı ve çok geçmeden kendimi bir yarışma kağıdının altına imza atarken buldum: Üç Büyücü Turnuvası. Daha eline erkek eli değmemiş olan üç heyecanlı genç kız, cinselliğe yönelik büyük merakımızı oyuna çevirmenin eğlenceli olabileceğini düşünerek bu yarışmayı tasarlamıştık. Kurallar oldukça basitti. Nasıl bir erkekle ne tür bir cinsel paylaşımda bulunduğun üzerinden puan topluyordun. Örneğin bizim dönemden biriyse 50 puan, son sınıflardansa 250 puan; eğer sadece öpüştüyseniz 100 puan, memelerinizi ellediyse 150 puan vs. O kişiyle çıkmanız halinde ise kişinin puanı 20 ile çarpılıyordu ancak diğer cinsel faaliyetlerden ekstra puan almıyordunuz. Dolayısıyla, mesela bir üst dönemin en yakışıklı çocuğu olan Yunus (300) ile sevişirseniz (1000) 1300 puan alıyordunuz, çıkmaya başlarsanız 6000 puan. Turnuvanın mezuniyet gününe kadar sürmesini adil bularak el sıkışmış, kural tablosunun altına imzayı basmıştık.

Turnuvada puanı en yüksek, yani erişilmesi en güç erkek, Erdem’di (500). Erdem ile aynı sınıftaydık. Ensesine kadar küt ve yağlı saçları olan, uzun boylu, cılız bir çocuktu. Cılız erkekleri bugün hala beğenmem ama nedense Erdem’den daha ilk günden hoşlanmıştım. Onun da sınıfta iki yakın arkadaşı vardı. Tüm gün FRP muhabbeti yaparlar, Yüzüklerin Efendisi’ne adeta taparlardı. Zaten ilk diyaloğumuz da  “Harry Potter mı yoksa Yüzüklerin Efendisi mi?” tartışmasıyla başlamıştı. Bu tartışma bahanesiyle Erdem ile ben muhabbeti ilerletmiştik, Erdem’in iki arkadaşı ise benim kızlardan birine aşık olup birbiriyle kavgaya tutuşmuştu.

Erdem 500 puanlık bir erkekti çünkü hoşuna giden her şeyi psikotik bir tutkuyla yaşayan, anlaması ve erişmesi güç bir tabiatı vardı. O dönem ne tür kitaplar okuduğunu dönüştüğü kişiden anlayabilirdiniz. Lise döneminde Erdem’in sırasıyla dungeon master, şövalye, Nazi subayı ve Che Guevara  kimlikleriyle birer birer tanıştım. Bazen koridorda zarif ama kararlı adımlarla yanıma gelir, tuhaf bir İngiliz aksanıyla “M’lady diyerek beni başıyla selamlar ve elimi hafifçe öperdi. Evinde gerçek bir kılıç ve çeşitli savaş ekipmanı vardı. Eve girecek hırsızın bunları görünce kaçacağına inanıyordu, kaçmazsa da zaten kellesini bir hamlede  alabilirdi. Tanışıklığımız bir miktar ilerledikten sonra, doğumgünü için benden hediye olarak mareşallere takılan nişanlardan istedi. Akmar’ın alt katında bu tür şeyler satan bir dükkan olduğunu biliyordum, ilk oraya sordum. Satıcı çocuk önce şaşırdı, sonra da olanca kibarlığıyla bu tür bir şeyi bulmamın neden zor olduğunu anlattı. Ben de şansıma küsüp altın rengi bir muşta aldım. Güzelce de paketlettim.

Erdem muştayı beğenmiş miydi emin değilim ancak arkadaşlığımız günden güne ilerledi. Artık birlikte çok daha fazla vakit geçiriyorduk. Erdem’in iki yıldır devam eden bir ilişkisi olduğu için ona yalnızca iyi bir arkadaş gözüyle bakmayı kendime zor da olsa öğretmiştim. Kız arkadaşıyla ortaokulda çıkmaya başlamış, sınavlarda farklı yerleri kazanınca ayrı düşmüşlerdi. Görüşmeleri zor oluyordu. Bu ilişkinin sürmesine pek ihtimal vermiyordum fakat sanki sürmesini çok istermişim, kıza çok bayılıyormuşum gibi davranıp yanındaki yerimi sağlama alıyordum. Akmar’da mareşal nişanı arayacak kapasitede bir ergen olduğuma bakmayın, konu erkeklere geldi mi kafam çalışıyordu. Bir yandan Erdem’in en iyi dostlarından biri olan süper kafa kız olmanın tatminini yaşıyor, diğer yandan da bana ilgi gösteren bazı diğer erkeklerle Üç Büyücü Turnuvası için puan topluyordum. Lisenin ilk senesinin sonuna geldiğimizde ufak oynaşmalarla sürümden kazanmış, rakiplerimi şimdiden geride bırakmıştım. Erdem’in de uzatmalı ilişkisi sona erişmişti ve elbette ben de ona bu süreçte elimden gelen her türlü desteği vermiştim.

Her ikimiz de lise boyunca farklı kişilerle kısalı uzunlu ilişkiler yaşadık. Erdem’in kız arkadaşlarını hiçbir zaman beğenmedim.  Koca ağızlı, kıt akıllı, kendisini prenses zanneden birtakım sarışınlara duyduğu ilgiyi asla anlayamadım. Neyse ki hiçbiri kalıcı olmadı. O kızlar gelip geçiyor, ben Erdem’in yanı başında dağ gibi, taş gibi sapasağlam durmaya devam ediyordum. Erdem’in evine defalarca gitmiş, annesiyle yemek pişirmiş, benden daha ergen kız kardeşiyle odaya kapanıp kıkırdayarak dedikodu bile yapmıştım.  Erdem gibi tuhaf bir insanın gayet normal gözüken ailesinin bir parçası haline geldiğim için kendimle, gizliden gizliye de olsa, gururlanıyordum.

Daha ne olduğunu anlamadan lisenin son senesi geldi çattı. Erdem bu yeni seneye takım elbiseli yeni imajıyla dahil oldu. Uluslararası İlişkiler okumaya karar vermişti, şimdiden kendisini diplomat gibi hissediyor olmalıydı. Ben ise istediğim bölüm için gereken matematik netini asla yapamayacağımdan geleceğime ilişkin ilahi bir işaret beklentisindeydim. Dershaneler, özel dersler ve okuldan kalan vaktimizi de yine test çözerek geçiriyorduk. Arada bir denk gelen doğum günü kutlamaları tek nefesimiz oluyordu. Bu bahane sayesinde bir araya geliyor, bayılana kadar içip eğleniyorduk.

İşte bu kutlamalardan birinde, Erdem’le sabaha kadar süren bir konuşma neticesinde bunca zamandır içimize gömdüğümüz o romantik duygular dışarı saçıldı ve ertesi gün kendimizi artık iki dost olmaya devam edip edemeyeceğimizi tartışırken bulduk. Erdem’in dostum olmasını seviyordum ama o geceden sonra kız arkadaşı olmayı da delicesine istediğimi fark etmiştim. 17 yaşındaydım. Delicesine istediğim şeylerin peşini bırakmamın daha hayırlı olabileceğini henüz öğrenmemiştim. “Madem ki olay bu noktaya geldi”, dedim Erdem’e, “nereye varacağına bir bakalım. Hem olmazsa, hiç olmamış gibi davranırız”.  Erdem ise sonunda beni kaybetmekten korkuyordu. Ben kaybolacak biri değildim oysa.

İkna çabalarım sonuç verince Erdem’le çıkmaya başladık. En azından adını böyle koyduk. Gelgelelim, aşmamız gereken engeller büyüktü. Bir insanla dört sene boyunca her tür muhabbeti yaptıktan sonra ona standart aşk sözcükleriyle hitap etmek oldukça güç olacaktı. Bir de tabii işin fiziksel kısımları vardı. Erdem’le seviştiğimi düşünemiyordum bile! Kaldı ki biz daha ne öpüşmüş ne de el ele tutuşmuştuk!

Gerilime tahammülüm olmadığından, Erdem’le ilk buluşmamıza bu öpüşme meselesini halletmeyi kafama koymuş olarak gittim. Her zaman takıldığımız bir kafedeydik ancak biz artık bir çift olduğumuz için diğer arkadaşlarımızdan ayrı bir masaya oturmuştuk. Ne de olsa bu bizim ilk buluşmalarımızdı, cicim aylarımızdı. Erdem’e artık öpüşmemiz gerektiğini, bu işi yapıyorsak tam yapmamızın daha iyi olacağını söyledim. Erdem de bana hak verdi. Haydi, dedik. Ben içimden bir besmele çektim ve dudaklarımızı yavaşça birbirine yakınlaştırdık. Tam öpüşecektik ki beni bir kahkaha tuttu. “Pardon,”   dedim,“sinirim bozuldu!”   “Sorun değil,”  diye yanıtladı, “bana da garip geliyor”. Gülmem geçtiğinde ikinci bir deneme yaptık ve nihayet dudaklarımız buluştu. Fakat bu defa da kafenin yanındaki camiden ani ve şiddetli bir ezan sesi yükseldi. Mecburen dudaklarımızı ayırıp toparlandık. “Bizdeki şansa bak!” diye güldüm. “Dert etme,” dedi Erdem muzip bir surat ifadesiyle, “bizim şarkımız olsun mu bu?”. Artık sinirlerim iyice laçka olduğundan kocaman bir kahkaha patlattım. “Olsun!” dedim, “günde beş vakit birbirimizi hatırlarız!”

Bundan sonrası daha kolay ilerledi. Okulda el ele gezmeye, rahatça öpüşmeye ve mesajlarda birbirimize sevgilim diyebilmeye başladık. Geriye yalnızca sevişmemiz kalmıştı, onun için de birimizden birinin evinin boşalacağı uygun bir zamanı bekliyorduk. Mevcut fiziksel temasımız bana aramızda en ufak bir çekimin olmadığını söylese de aldırış etmiyor, Erdem’in dostundan ve sevgilisinden sonra bir de cinsel partneri olma fırsatı için sabırsızlanıyordum.

Derken o gün geldi çattı. Erdem’in evindeydik. Beklediğimin aksine, daha önce defalarca geldiğim, ailesiyle vakit geçirdiğim o güzel evde bu defa böyle bir maksatla bulunuyor olmaktan müthiş bir rahatsızlık duyuyordum. Erdem’in odasına geçtik. Yatağa oturdum. Erdem de yanıma oturdu. Biraz öpüştük. Erdem havanın çok sıcak olduğunu söyleyip ayağa kalktı. Takım elbisesinin ceketini çıkarıp kapının arkasındaki askıya astı. Sonra yavaşça düğmelerini çözmeye başladı. Bana bakmıyordu. Keşke ben de ona bakmasaydım. Erdem düğmeleri çözerken ne kadar kilo almış olduğunu fark ettim. Lisenin başındaki cılız çocuktan eser kalmamıştı. (O zamanlar bunu henüz keşfetmemiştim ama erkekleri çok severek onlara kilo aldırma gibi bir süpergücüm vardır). Erdem gömleğini çıkarıp fanila ve pantolonla kaldığında ise mideme şiddetli bir bulantı çöktü. İğrenç görünüyordu. Çok şişmandı, çok yağlıydı, çok kıllıydı. Bu adamın az sonra üstümde olacağını düşünmek bile öğürmeme neden oluyordu. Buraya gelmemeliydim. Her şey çok yanlıştı.

carlos golo

Erdem gömleğini sandalyenin sırtına serip tekrar yanıma oturdu. Gülümsüyordu. Yavaşça saçımı okşadı. Onun için ne kadar önemli olduğuma ilişkin bir şeyler söyledi. Ben ise bulantımı bastırmaya ve yeniden odaklanmaya çalışıyordum. Bu adamı seviyordum. Şu an sayısız yağ ve kıl katmanının altında olsa bile seviyordum. Hayallerimin erkeğiydi. Hem çok iyi dostum, hem sevgilim, hem ailesi zengin ve beni çok seviyorlar…  Büyükelçi olacak, evleneceğiz ve birlikte dünyayı dolaşacağız… Artık çocuk değildim, birkaç ay sonra üniversiteli olacaktım. Gerçek bir kadın gibi davranmanın vakti gelmişti. Nefesimi tuttum, gözlerimi yumdum ve yatağa uzanıp Erdem’in üstüme tırmanmasına izin verdim.  Birkaç dakika sonra her şey bitmişti. Üstümde gidip gelen o şişman bedeni izlemenin yarattığı dehşet ve tiksinti yüzünden değil zevk almak, içimde olduğunu bile doğru düzgün anlayamamıştım. Bir an önce eve gitmek, uzun bir duş almak ve her şeyi unutmak istiyordum. Erdem ise halinden memnun görünüyordu. “Az kaldı,” dedim içimden, “ha gayret”. Erdem’in çıplak omzuna başımı koyup göğsünü biraz okşadıktan sonra zor da olsa gülümsedim: “Çok güzeldi, sen harika bir erkeksin…”

Bu günden sonra Erdem’i öpmek bile midemi kaldırsa da vazifelerimi eksiksiz bir biçimde yerine getirmeyi sürdürdüm. Mükemmel bir kız arkadaştım. Ailesinin yanında gerçek bir hanımefendi, arkadaşlarının yanında tatlı ve kafa kız, onun yanında ise hayatının kadını rolünü başarıyla sürdürüyordum. Erdem’in bana evlenme teklifi etmek için yüzük baktığına dair bir şeyler bile gelmişti kulağıma. İnsanın emeğinin karşılığını alması ne güzel şey! Ben de bu kaçınılmaz geleceğe hazırlanmak amacıyla boş vakitlerimde masa düzeni ve protokol yemeği üzerine çalışıyordum. Büyükelçi eşi olmak kolay değildi ama en güzeli benim davetlerim olacaktı!

Birkaç ay böyle baş döndürücü bir hızda geçti. Sınav bitti, mezuniyet bitti, sıra tatile geldi. Erdem ailesiyle Bodrum’daki yazlıklarına gidecekti. 45 gün ayrı kalacaktık. Bir yanım rahatlamıştı, onu bir süre görmemek bana da iyi gelecekti. Öte yandan ise orada başka bir kıza kapılma ihtimalini düşünmek içimi eziyordu. En iyisi ona unutulmaz bir gece yaşatmak ve tatil boyunca beni özleyeceğini garanti altına almaktı. Erdemin yazlığa gitmesine iki gün kala, ailemi evi boşaltmaları için ikna ettim ve büyük bir mezuniyet partisi düzenledim. Mini elbisemle gülücükler saçarak evde dolanıyor, diğer erkeklerin bakışlarını Erdem fark etsin ki beni daha da çok arzulasın diye kırk takla atıyordum. Gecenin sonunda Erdem’le odama çekildik. Partiden hemen önce atlayarak izlediğim bir porno filmde gördüğüm numaraları uygulamaya koyuldum. Nihayetinde ise Erdem yine üstüme tırmandı ve devasa cüssesinin gelgitleri başladı. Ben de artık bu konuda iyice profesyonelleştiğimden zevk alma rolümü ustalıkla oynuyor, bir an önce boşalıp bedenimden defolması için elimden geleni yapıyordum. Nihayet çok yaklaştığımızı düşündüğüm bir anda Erdem aniden, öyle pat diye, duruverdi.

– N’oldu Erdem? Niye durdun?

– İlk anayasayı kim yaptı?

– Ne?

– İlk anayasayı diyorum! Kim yaptı?

– Ne bileyim… Asurlular mıydı?

– Olabilir…  Aklıma takıldı da…

Yanıtı alınca rahatlamış olacak ki akabinde hızlıca işini bitirip çıktı. Hiçbir şey diyemedim. Öylece uyuduk, sonra sabah erkenden kalktık, vedalaştık. 45 gün görüşmemek sahiden de iyi gelecekti.

Davulun sesi uzaktan hoş geldiği için olabilir. Onu başkalarına kaptırma korkusundan olabilir. Alışkanlıktan olabilir. Bilemiyorum. Ama o süreçte Erdem’i çok özledim. Günler geçmek bilmedi. Her gün ona göndermeyeceğim mektuplar yazdım. Dış siyaset haberleri okudum. Büyükelçi eşlerini araştırdım. Yaşıma daha uygun giysiler aldım. Döneceği günü bekledim.

Sayılı zaman çabuk olmasa da geçti. Erdem döndü. İlk buluşmamıza elinde güller, suratında garip ve donuk bir ifadeyle geldi. Sevineyim mi yoksa korkayım mı, bilemedim. Çiçekleri aldım. Boynuna sarıldım. Sanki ölmüş gibiydi, yok gibiydi. Benimle konuşmak istediğini söyledi. Oturduk. 5 dakika sonra ayrılmıştık. Yürümüyor, olmuyor demişti.

Bir buçuk saat boyunca ağladım. Üniversiteye geçerken hem dostumdan, hem sevgilimden, hem cinsel partnerimden, hem müstakbel eşimden, hem de geleceğe dair her tür planımdan olmuştum. Erdem, sağ olsun, kalkıp gitmedi. Beni teselli etti. Ağlamam kesilince yakın arkadaşlarımızı aradık ve hepberaber bowling oynamaya gittik.

Üç Büyücü Turnuvası‘nı ben kazanmıştım.

Simla Belen