ZEHRA İPŞİROĞLU: YAZMAK İÇİN İNSANIN BİR DERDİ OLMALI

Akademisyen, yazar, araştırmacı Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu ile tiyatro, oyun yazarlığı, eleştirmenlik, araştırma yöntemi üstüne konuştuk.

İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünü kurdunuz. Bölümü kurma fikri nasıl oluştu?

Almanca bölümünde öğretim üyesi olarak çalışıyordum, Almanca öğretmeni yetiştiriyorduk Yabancı Diller Yüksekokulu’nda. Ama benim alanım tiyatro olduğu için; tiyatro eleştirileri yazıyordum, arada dramaturji çalışmaları yapıyordum, doktoram bile tiyatro üstüneydi. Her ne kadar Almanca bölümünde kariyer yaptım gibi görünse de çalışmalarım hep tiyatro üstüneydi. Doktoram Uyumsuz Tiyatro üstüneydi, akademik kariyerimin ondan sonraki aşamasında Tiyatroda Devrim kitabını çıkardım. Kuramsal ağırlıklı, araştırmalara öncelik veren bir tiyatro bölümü açmayı düşünüyorduk Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği gibi… Bu fikri asıl ortaya atan Haldun Taner olmuştu.  Onun derslerine gidiyordum. O dönemde Taner bir Tiyatro Bilimi bölümü açmayı çok istiyordu. Ama bu proje yürümedi. Gel zaman git zaman bu iş bana düştü. Hocam Prof. Dr. Şara Sayın çok destekledi. O dönemin dekanı Sanat tarihçisi  Prof. Dr. Nurhan Atasoy da destekledi bizi. Biraz mucize gibi ama doksanlı yılların başında bu  bölüm kuruldu. Önce yüksek lisans olarak başladık. Edebiyat Fakültesi bünyesi içinde öğrenciyi seçerek almak gibi bir şey de yoktu o yıllarda. Bunu gerçekleştirebilmemiz biraz şimşekleri üzerimize çekmemize neden oldu. Yılda 10-15 kişiyi seçerek  alıyorduk ve bir dereceye kadar yabancı dil ön bilgisi de  istiyorduk. Çünkü o dönemde kaynak kitaplar bu kadar çok yoktu; öğrencilerin İngilizce, Almanca ya da Fransızca okumaları gerekiyordu. Ama en önemlisi öğrencilerin laf ola gelmemeleri,  tiyatroya gerçekten ilgi duymalarıydı. Bir de yazma yeteneği önemli bir ön koşuldu.  Sizin hocalarınız  Doç.Dr. Fakiye Özsoysal,  Doç.Dr. Hasibe Kocabay,  Prof.Dr. Kerem Karaboğa, Doç.Dr. Nihal Kuyumcu  ilk öğrencilerimdi. Sonradan Doç.Dr.Yavuz Pekman da katıldı bize. Yaptığımız seminerler daha  çok dramaturji ve  tiyatro eleştirisi üzerineydi.  Uygulamalı çalışmalarla kuramsal çalışmaları harmanlayan bir yöntemi benimsemiştik. Oyunlara gidip eleştiri yazıyorduk, böylelikle verimli bir tartışma ortamı  yaratmıştık. Amaç bir oyunu alımlama, anlamaya çalışma ve değerlendirme süresinden geçerek  eleştiri yazabilecek düzeye gelmekti . Bunu oyunculuk gibi düşünün; oyunculuk kuramlarını öğrenebilirsiniz; ama sonunda çıkıp oynamanız lazım.  Yazma etkinliği de buna benzer bir olgu. O dönemde  yerleşik tiyatro eleştiri anlayışıyla hesaplaşarak Eleştirinin Eleştirisi kitabını yazdım, sonra da  Dramaturjiye Giriş, Tiyatroda Düşünsellik kitaplarını. Bunlar bölümle ilgili tiyatronun temellerine inen  hem kuramsal hem uygulama ağırlıklı iki  kitap oldu.  Böylece çok küçük bir grupla işe başladık. Bize Edebiyat Fakültesi’nde içiçe geçen iki  oda verdiler,  kendi olanaklarımızla döşemeye çalıştık, dört bir yana afişler astık, küçük bir tiyatro  el kitaplığı oluşturduk.  Tiyatro Bölümüne gelen önce bir şaşırıyordu. Çünkü Edebiyat Fakültesinin sevimsiz havası içinde böyle bir yerin olabileceği kimse hayal bile edemiyordu. Önce  bu işe coşkuyla gönül vermiş gençlerle işe başladık  sonra arkadaşım  Prof.Dr. Dikmen Gürün de bize katıldı. Ben Almanya’ya gittiğimde bölümün başkanlığını üstlendi. Orada çalıştığım sürece Behiç Ak’dan Ataol Behramoğlu’na kadar bir çok sanatçı da bize konuk olarak geldi… Ayrıca yurt dışından da öğretim üyeleri geldiler. Gençlerle birlikte çok renkli ve hareketli bir ortam yaratmıştık.

Bölümün bugünü için ne düşünüyorsunuz?

Bugün önemli konumlara gelmiş olan bir kuşağın yetişmiş olduğunu düşünüyorum. Üniversitelerde ders veriyorlar, yayınlar yapıyorlar,  ödenekli tiyatrolarda dramaturg olarak çalışıyorlar, tiyatrolarda çeşitli projelerde yer alıyorlar ya da son yıllarda giderek parlayan Tiyatro Eleştirmenliği Birliği’nde çalışıyorlar. Bazıları da Doç. Dr. Nihal Kuyumcu gibi bölümün kuruluş yıllarında bir yan etkinlik olarak sürdürdüğümüz yaratıcı drama, yani eğitimde tiyatro alanında iyice uzmanlaştılar. Bu az bir şey değil.

Türk tiyatrosunda eleştiri eskiye dayanıyor. Geçmişten günümüze eleştiri kuramının ülkemizdeki evrimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üç kitap olarak bir eleştiri seçkisi çıkarılmıştı. O kitaplara bakıldığında bir gelişme olduğu görünüyor. Eskiden yazılan eleştiriler metne daha ağırlık vererek, sahneleme ile ilgili az şey söylerken; zaman içinde sahnelemeye daha ağırlık verilmeye başlanıyor. Eleştirinin çok geliştiğini düşünüyorum. TEB üyelerinin eleştirilerine baktığımda gençlerin çok iyi betimlediklerini ve iyi yazdıklarını görüyorum. Tabii sahneleme de  artık çok gelişti; sahneleme anlayışı değişince eleştiri  anlayışı da değişiyor; bugün biliyorsunuz daha çok görselliğe ve beden diline ağırlık veren bir anlayış ağırlıkta.

Üyesi olduğunuz Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nin tiyatromuz için önemi sizce nedir?

Eleştiri çok önemli. Bir olguyu olumlu ve olumsuz yönleriyle bütüncül bir bakışla irdeleme yetisinden söz ediyorum. Bu tiyatro eleştirisi için de geçerli. Ama bunun için düşünsel bir tartışma ortamının yaratılması gerekiyor. Tiyatro eleştirisinin de işlevi bu. Tiyatro eleştirisi eğer sorunların temeline inen yapıcı bir eleştiriyse  tiyatro uygulamacıları yani yazarlar, yönetmenler ve oyuncular açısından da yol açıcı olabilir. Tiyatro üzerine düşünmek ve tartışmak isteyen tiyatro eleştirmenlerinin ortak bir platformda  bir araya gelmeleri bu açıdan önemli.  Öte yandan tiyatro üstüne yapılan baskılara karşı direnmek için de örgütlenmek gerekiyor. Bu konuda TEB hep duyarlıydı, şimdi de bu duyarlılığını sürdürüyor. TEB tiyatro eleştirmenlerine  kendilerini uluslararası düzlemde geliştirebilecekleri olanaklar da  sunuyor. Genç eleştirmenler sık sık tiyatro festivallerine, atölye çalışmalarına, seminerlere katılıyorlar. Öte yandan drama alanında çalışan Tijen Savaşkan ile tiyatro alanında doktora çalışmalarını sürdüren Eylem Ejder’in çıkardıkları TEB Oyun dergisi tiyatro üzerine verimli bir tartışma ortamının yaratıldığı üst düzeyde bir dergi kanımca. Almanya’da yıllardır çıkan Theater Heute gibi. Bu dergide tiyatro eleştirileri yer aldığı gibi tiyatroda toplumsal cinsiyet, tek kişilik oyunlar, politik ve belgesel tiyatro, tiyatroda yeni mekanların keşfedilmesi  gibi güncel konulara da yer veriliyor. Öte yandan yurt dışındaki sahne etkinlikleri de yer alıyor. Her şeyin çok yüzeysel olduğu ve magazinleştiği bir ortamda böyle bir derginin olması çok güzel.

Almanya’da göçmen ailelerin çocukları ile yaptığınız çalışmadan bahseder misiniz?

Almanya’da üniversitede çalıştığım iki binli yıllarda göçmen işçilerin çocuklarına ders veriyorduk. Eğitimlerini öğretmen olmak üstüne alıyorlardı. İşçi kesiminden geldikleri için hiç tiyatroya gitmemişti çoğu, bunu  neredeyse bir lüks gibi görüyorlardı. Zaman içinde tiyatroyu öyle sevdiler ki  onlarda neredeyse bir bağımlılık yarattı. Eğitimde tiyatro çalışmaları çerçevesinde onlar da doğaçlama çalışmalarına yöneldikleri gibi, tiyatro oyunlarını izleme, bu oyunların üzerinde düşünme ve tartışma yetilerini  de geliştirdiler. Kimi eleştiri bile yazmaya  başladı. Bu gerçekten büyük bir başarıydı. Benim istediğim yaratıcı gizil gücünü kullanan öğretmenler yetiştirmekti. Bu başarıldı. Oradaki en güzel çalışmalardan biri de Theater an der Ruhr’un tiyatro eğitimcisi  yaptığımız çalışmaydı. Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı ödülünü alan  “Özgülük Yolları” kitabım yayınlanmıştı o yıllarda. Üçüncü kuşak göçmen gençlerin yaşam öykülerinden  çarpıcı kesitler sergileniyor  bu kitapta. Ataerkil aile yapılanmasının yoğun olduğu yabancı düşmanlığının da hissedildiği bir ortamda büyük inişler çıkışlarla  nereden nereye gelmişler, hangi engelleri nasıl aşarak kendi yollarını bulmuşlar. Almancaya da çevrilen bu kitapta bunun izi sürülüyor. Gençler “Özgürlük Yollarını” çok özgün bir biçimde sahnelediler,  Oyun Ruhr Bölgesinde turne yaptı ve çok  başarılı oldu. Bu belki de oradaki en güzel çalışmalarımızdan biriydi. Bir de Berlin Grips Tiyatrosu ile birlikte bir proje üretmiştik. Öğrenciler ÇYDD’nin desteği ile Yalova deprem bölgesinde çocuklarla ve gençlerle  atölye çalışmaları yaptılar. Sonra kamyon tiyatrosu olarak o bölgede oyunlarını sergilediler. Bu da çok heyecan verici bir projeydi.

Eğitimcilik kariyerinizin yanında bir oyun yazarı olarak Türk Tiyatrosu’nda  toplumsal cinsiyet alanında bir duyarlılık oluşturma meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet böyle bir duyarlılık oluştu ama yeterli değil, bu alanda çok daha fazla çalışılması gerekiyor. En son izlediğim oyunlar “Zabel”, “Unutulan” ve “Dirmit” hep böyle bir duyarlığın sonucu ortaya çıkan çarpıcı oyunlar.  Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliğinden mezun bir çok genç bu alana yöneldi. Sözgelimi Zeynep Kaçar, Jale Karabekir gibi isimler bu alanda tamamen uzmanlaştılar;  biri yazar olarak, öteki yönetmen olarak. Öte yandan bu alanda  yapılan araştırmalar da çok başarılı. Söz gelimi Doç.Dr.  Fakiye Özsoysal’ın “Oyunlarda Kadınlar” kitabı çok yol açıcı bir araştırma, herkese öneririm.  Tabii kadınlar üzerinde çalışmak toplumsal cinsiyet üzerine çalışmak anlamına gelmiyor. Ataerkil bir yapılanma içinde kadına verilen rolleri irdelemek ve sorgulamak anlamına geliyor ki bu konuda çalışan herkes bunu yapmıyor.

Aynı zamanda araştırmacı kimliğiniz de var. Araştırma yaparken izlediğiniz bir yöntem var mı? Örneğin bir kişi çocuk tiyatrosu konusunda  araştırma yaparken ne yaparsa doğru bir yöntem olur?

Şu ne demiş, bu ne demişlere saplanıp kalırsanız bir araştırma yapmış olmazsınız. Sadece başkalarının bilgilerini toplayan bir derleme yapmış olursunuz. Bu  alanda kendi özgün bakışınızla düşünce üretmeniz gerekiyor. Bunun için de kendinizi okuyarak izleyerek beslemeniz gerekiyor. Kuramsal bilgiler  düşüncelerinizi geliştirebileceğiniz bir anahtardır sadece.

Oyun yazarlığı da yapıyorsunuz. Yazdığınız oyunların türünü nasıl tanımlarsınız?

Röportaj, öykü, çocuk kitaplarım var… Oyun yazmaya daha geç başladım. Almanya’da olsun, burada olsun röportaj seminerleri yapıyordum belli bir konu seçerek. Çeşitli sosyal konulara yer verdik. Söz gelimi şiddet gören kadınlar sorununu ele almıştık. Bu kadınlar ile röportajlar yapıyor, üstünde tartışıyorduk. Sonra bu konudan yola çıkarak nasıl bir oyun kurgulanabileceğini keşfetmeye çalışıyorduk… Bu malzeme çerçevesinde ben de oyun yazmaya başladım. Daha çok belgesel türde ve gerçekliğe dayanan oyunlar yazmayı tercih ediyorum.

“Lena, Leyla ve Ötekiler” oyununuz nasıl ortaya çıktı?

Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü öğrencisi Emine Harmanlı bana bir kadından sözetmişti. Ukraynalı üniversite öğrencisi bir kadın Türk bir erkekle evlenip müslüman olmuş. Varoşta baskılar altında bir yaşam sürüyor.  Röportaj  kaydedilerek yapıldı, dinlediğimde kadının öyküsü ilginç geldi  bana. Sonra ben de tanışmak istedim kendisiyle. Geldi, başörtülü bir kadın: “Benimle Leyla olarak mı Lena olarak mı konuştumak istersiniz?” dedi. Kendisini rahat ve serbest hissetmesini söyleyince  türbanını çıkarıp bir kenara koydu. “Tamam o zaman ben Lena’yım” dedi. Rahat konuşan özgüvenli,  bilinçli bir kadın vardı karşımda. Oysa geldiğinde süklüm büklüm bir hali vardı.  Yine de konuşma süresinde fark ettim ki aslında Leyla ve Lena  o kadar da  ayrı değiller. Lena tuzağa düşmese Leyla olamazdı çünkü.  Bunun üstüne çok düşündüm. Sonra aylarca çalıştım bu konu üstüne. Oyun çıktı. Çıktıktan sonra Lena oyunu izlemeye geldi, oyunda akıl hastanesi meselesi var ki ona takılmıştı. Oyundan sonra “benim ruhumu nasıl okudunuz?” diye sordu. “Çünkü ben size ruhsal sağlığım bozulduğu için tedavi gördüğümü anlatmamıştım”. Evet anlatmamıştı, bu benim oyun içinde kurmaca olarak  yarattığım bir şeydi ama sanırım gerçekten  ruhunu okumuştum, çünkü bu Lena’nın yaşadıklarının doğal bir uzantısıydı.  Lena oyunun galasına da  Leyla olarak geldi.  Kırmızı türbanıyla ve elindeki kırmızı şarap kadehiyle gözümün önünden gitmiyor… Yaşadığı ikiliğin, yani içsel çatışmanın tam  bir karışımıydı bu.

Oyun yurt dışında da turneler yapıyor değil mi, ne tür tepkiler aldı?

“Lena Leyla ve Ötekiler” en son  Almanya’ya turneye geldiğinde özellikle kadın izleyiciler çok etkilendiler. Bunda Cihan  Bıkmaz’ın oyunculuğunun da payı çok büyük. Üç yıl içinde iyice oturttu oyunu.  Bu kadının içindeki fırtınaları tempoyu bir an bile düşürmeden öyle güzel çıkartıyor ki. İzleyiciler soluk soluğa izliyorlar oyunu, bir buçuk saat boyunca izleyicinin dikkat odaklaşmasında en küçük bir aksama bile olmuyor. Öte yandan  bu oyun hem bir kadın öyküsü hem de bir göç öyküsü.  Bu açıdan da Almanya’da ilgi gördü.  Ataerkil bir dünyada kadının içine düştüğü çıkmaz özellikle kadınların ilgisini çekiyor. Almanya dışında  Ukrayna’da da inanılmaz tepkiler aldık izleyicilerden. Kiev’de heyecan doruktaydı. Kiev’de oyun sonrasında yanıma gelen genç bir kadın “Ben Lena’yım” diye boynuma sarıldı. Bu da beni çok etkiledi. Gerçekten de onun öyküsü de benzer bir öyküydü. Önümüzdeki günlerde yine Ukrayna’ya bu kez Odessa civarındaki Herson kentindeki büyük bir festivale gidiyoruz. Yurt içi turneleri de Fethiye, Adana, Trabzon, Bursa  hep başarılıydı. Beni en şaşırtan  türbanlı izleyicilerdi, pek çoğu “benim öykümü yazmışsınız” demeleriydi. Kadının kendi toplumumuzda da yaşadığı bir şey bu sıkışmışlık.  Kısaca bu oyuna yurt içinden ve dışından gelen izleyici tepkilerinden ne kadar etkilendiğimi size anlatamam.

Memleketimden Kadın Manzaraları isimli oyununuz ile ilgili konuşalım mı?

Belgelerden yola çıkan bir oyun bu. Belgesel bir kara mizah diyorum ben buna. Kullandığım malzeme hep gerçek olaylara dayanıyor. Oyun çok gerçekçi başlıyor giderek bir tür kara güldürüye dönüşerek absürtleşiyor. “Lena Leyla ve Ötekiler” oyununun tersine insan ruhunun derinlerine inen psikolojik bir oyun değil,  yaşadığımız sorunlarla toplumsal cinsiyet açısından hesaplaşan bir taşlama. Şu an toplumda yaşadıklarımızı kadınların üstünden anlatıyor. Bu açıdan mizah sevenlere çok şey söyleyen farklı bir oyun. Toplumsal ve politik bir iletisi  de var tabii. Oyun Almanca yeniden yazıldı. Viyana’daki bir ajans ve yayınevi tiyatrolara pazarlamaya çalışıyor. Ne yazık ki yurt dışında Türkiye’ye ilgi  fazla değil.  Bu oyun üzerine aylarca çalıştım, gerçekten çok emek verdim. Umarım ilgilenen tiyatro olur. Tiyatro oyunlarının özelliği de bu, sahnelenmeyi bekliyorlar, kitap rafında dursun diye yazılmıyorlar.

Genç eleştirmenlere verebileceğiniz bir öneri var mı?

En son yazdığım “Tiyatroda Alımlama, Dramaturjiden Sahne Çözümlemesine” kitabım işlerine çok yarayabilir bence. Somut sahne çözümlemeleri genç bir eleştirmene nasıl eleştiri yazabileceğine dair ipuçları veriyor. Bir oyunu görme, göstergeleri okuma,  bağlantıları kurarak anlamlandırmaya çalışma, kısaca anlama çabası uzun bir alımlama sürecinin çeşitli aşamalarını gösteriyor. Eleştiri de  ancak bu aşamadan sonra yazılabilir. Ama eleştirmen bu süreci hiç yaşamadan “şu oyuncu harika oynuyor, bu yönetmene tam not vermeli” diye yazarsa bir takım klişeleri art arda sıralamış olur. “Eleştirinin Eleştirisi” kitabımda  bunu gösteriyorum. Kısaca gördüğünüz oyunla bir şekilde iletişim kurabilmeniz gerekiyor. Bunu yapmazsanız hiç yazmayın daha iyi. Bizde yazılan bir sürü tiyatro eleştirisi de izlenimci  eleştiri olarak kalıyor. Eleştirmen sadece o an hissettiklerini yazıyor ki bunun eleştiriyle  ilgisi yok.

Genç oyun yazarlarına söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kendim için düşündüğüm şeyi gençler için de söyleyebilirim: insanın bir derdi olmalı, onu rahatsız eden ve düşündüren… Ben şimdi ne yazacağım diyorsanız yazmayın bence. Demek ki henüz olgunlaşmamışsınız. Nitekim yazma yeteneğim olduğu halde ben de uzun yıllar yazamadım. Oysa çok istiyordum yazmayı. Ama sadece istemekle olmuyor, yaşamın içinde pişmek, olgunlaşmak gerekiyor. İnsanları tanımaya ve anlamaya çalışma, yani gözlemciliğin dışında kitapla, tiyatro ile beslenme, sanata açık olma, müzeye-sergiye, filme gitme de önemli… Bunlar bir şekilde sizi besliyor, olgunlaşıyorsunuz.  Bence bu konularda acele etmemek gerekiyor, önemli olan  insanın kendini yetiştirmesi ki bu uzun bir süreç.

En sevdiğiniz tiyatro metninin ismi nedir?

Vaclav Havel “Bildirim” çok severek çevirmiştim bu oyunu. Havel hem absürd hem de gerçekçi yazıyor… “Largo Desolato”yu da severim, bir aydının nasıl bir politik baskı içinde olduğunu gösteriyor. “Buruk Ezgi” adı altında Dostlar Tiyatrosu sahnelemişti.  Havel’in oyunlarından çok etkilendim. Şimdi “Memleketimden Kadın Manzaraları”nı yazarken yine onun oyunlarını okudum. Çekoslavakya’daki baskı dönemi öyle çarpıcı bir biçimde anlatıyor ki. Ama  Havel benim için şu sırada gündemde olan bir örnek. Bertolt Brecht başta olmak üzere sevdiğim oyun yazarı çok.

Röportaj: Ezgi Gizem Gülümser