SEDEF ECER: SAHNE ÜÇ YAŞINDAN BERİ EVİM

Yeşilçam ve Şehir Tiyatroları’nda başladığı sanat hayatına şu anda Fransa’da hem yazar hem yönetmen hem de oyuncu olarak devam eden Sedef Ecer ile tiyatro oyun yazarlığı, Yeşilçam, Türkiye’deki tiyatro ortamı, tiyatro eleştirisi ve dramaturji üstüne keyifli bir sohbete imza attık.

Tiyatroda kendinizi yönetmen mi, oyuncu mu, yazar olarak mı daha rahat hissediyorsunuz?

Yazmak ne kadar karamsar bir eylemse, yazılanı sahnede yorumlamaksa aksine o kadar umut dolu bir faaliyet; sahnede konuşmak, şarkı söylemek, hareket etmek yaşamanın ta kendisi. Benim oyunlarımın konuları acıklı, biçimi komiktir hep.

Sahne üç yaşımdan beri benim evim. Yazma dönemi yalnızlıkla eş anlamlı oysa yönetmek ve oynamak çok şenlikli. Koca bir ekip hayal ettiğiniz hikayeyi anlatabilmek için bir araya geliyor ve bir salon dolusu izleyiciye anlatıyor. Aslında daha sık yönetmenlik yapmak isterdim ama (bir yandan da ne kadar şanslıyım ki) yönetmenler ben provaya girene kadar oyunları elimden kapıveriyor. Şimdiye dek otuz kadar yönetmen metinlerimi yönetmiş. Yani aslında prodüksiyon şartları bana pek seçme şansı bırakmıyor, istesem de istemesem de talep böyle olduğu için kendimi daha çok yazarken buluyorum.

Fransızca oyun yazmak ile Türkçe oyun yazmak arasındaki fark size göre nedir?

Bilmiyorum çünkü son on yılda hep Fransızca yazdım, ardından Türkçeye çevirdim. (Oyunlarımı İzzeddin Çalışlar ile birlikte tercüme ediyorum) Dramatürji, mimari, yapı olarak bir fark yok aslında. Çevirirken birkaç ufak yerini değiştiriyorum. Türk seyircisinin çok iyi bildiği bir konuyu Fransız seyirci için olduğu gibi açıklamalı yazmam gerekmiyor örneğin. Bazen iki ülkenin gerçekleri farklı olduğundan karakterlerin kullanabileceği dil, konuşma biçimi farklı oluyor, bazen de oynanacak ülkenin kültürüne göre metaforlarla oynuyorum. Almanca, İngilizce, Lehçe, Yunanca vs. çevirmenlerimle de böyle çalıştım hep. Belki de en önemli fark yapım şartları. Fransa’da oyunun provaya gireceği tarih, salonlar, ekip çok önceden belli oluyor ve ona göre yazıyorum. Türkiye’deki arkadaşlarımızın son ana kadar önlerini göremeden ve (çoğu kez bedava) çalıştıklarını biliyorum, duyuyorum.

Oyun yazarlığı hayatınızın hangi noktasında?

Benim hayatımdaki yerini soruyorsan, her günüm bu işle dolu. Ailemle birlikteyken, yemek yaparken, sokakta yürürken, arkadaşlarla sohbet ederken, tiyatroda oyun izlerken, kısacası sürekli olarak, o anda yazmakta olduğum hikaye hep aklımda. Bir yerden bir cümle, bir imge, bir fikir kapıveriyorum bazen. Ama sanıyorum deliler gibi mütemadiyen ürettiğim dönemleri biraz geride bıraktım. Hayattan daha çok zevk almak, daha az çalışıp sevdiklerime daha çok vakit ayırmak benim için öncelikli oldu.

Bir tiyatroda oyun yazarının önemi nedir?

Tiyatroda oyun yazarının yeri sorusuna ne cevap verebilirim ki? “En başta kelam vardı” desem? Dini bir referans ama ne kadar doğru. Kelam olmasa insanlar neye inanacaklardı? Tiyatroda da eğer bir yazarın hayal gücünden gelen kelimeler olmasa sahnede neyi göstereceksiniz ki? Sözsüz oyunları ya da yazılı metne dayanmayan ve provada ortaya çıkan oyunları da bunun dışında bırakmıyorum, o da bir yazma biçimi.

VE YEŞİLÇAM

Sedef Ecer için Yeşilçam’ın önemi nedir? Çocuk oyuncu olduğunuz dönemle ilgili aklınızda en çok kalan şey nedir?

Bu sorunun zamanlaması harika oldu, tam da bunun üzerinde çalışıyorum. Ben Yeşilçam’da herkesin tanıdığı o muhteşem starların, yönetmenlerin, senaristlerin, yan rollerin unutulmaz oyuncularının kucağında büyüdüm. O dönemin inanılmaz çekim şartlarına tanık oldum. Sanatçısıyla, teknisyeniyle, emekçisiyle inanılmaz bir dünyaydı. Pespembe değildi elbette, ne siyasi anlamda ne yaşam ve iş şartları olarak, yanlış anlaşılmasın. Sadece bir çocuğun hayal dünyası için çok zengin bir evrendi. “Normalde” çocuklar hayallere inanır, büyükler inanmaz. Oysa ben bir hayali gerçek kılmak için uğraşan yetişkinlerin, hayalperest insanların içinde büyüdüm ve bu benim realiteyle ilişkimi çok etkiledi eminim. Sonrasında senelerce bunu unuttum, düşünmedim, izini sürmedim. Bundan birkaç sene önce bu konu kafamı kurcalamaya başladı. Hem kaybolmuş bir Türkiye’nin hem de kaybolmuş çocukluğumun hikayesi olarak yazmaya başladım. Fransız izleyiciyi ilgilendireceğini sanıyorum. Tabii iyi bir iş çıkartmayı başarabilirsek.

Oyun yazmadan önce –varsa-  yaptığınız ritüeller neler?

Şans getirmesi anlamında ritüel soruyorsanız inançlı birisi değilim ama bir-iki matrak saplantım var herkes gibi. Ama eğer rasyonel anlamda yaptıklarımı soruyorsanız konuyu çok iyi araştırmadan yazmaya başlamam. Misal, 1930’larda geçen bir oyun mu yazıyorum, o dönem ve o konuyla ilgili bibliyografi ve filmografi çıkartırım. Bunlar genelde belgeseldir, nadiren listemde bir iki de kurmaca vardır. Onların hepsini okuyup, izleyip notlarımı almadan başlamam. Çünkü sonradan ekleyeceğim bir sahne baştan kuracağım mimariyi bozabilir, karakterin enerjisini, hikayenin önceliklerini değiştirebilir, o zaman da al başına belayı. Ama tüm notlarımı aldıktan ve dramatürjiyi kurduktan sonra oldukça hızlı yazarım. Ardından oyuncularla okuma provasında ortaya çıkan talepler ve yönetmenin istekleri doğrultusunda birkaç değişiklik yaptığım olur.

Kenardakiler oyununuz ile Türkiye’ye geldiniz. İstanbul izleyicisini nasıl buldunuz?

Ben eskiden beri İstanbul izleyicisini çok sıcak bulurum. O oyunda da sahneden salona muhteşem bir enerji geliyordu. Ki Türkçe üst yazılı Fransızca oynamıştık. Ardından 2016 yılında Türkçe olarak İstanbul Festivali’nde sahneye koyduğum e-mülteci seyircisi de çok spontane ve sıcaktı. Fransız sahne sonlarında alkışlamaz ama sonda beğenirse alkışı uzun tutar. Türk seyirci dramatik ya da komik sahnelerde gaza gelip ara alkışı verir ama eğer çok beğenmediyse oyun sonunda defalarca bis yapmaz genelde. Oysa biz İstanbul’da dakikalarca ayakta alkışlandık. Hala kayıtları duruyor, geçenlerde yeniden izledim, çok duygulandım.

BİZLER ŞAİR DEĞİLİZ

Tiyatroda dramaturjiyi nasıl bir noktaya koyarsınız?

Heykelin kaidesi gibi benim için. Tüm durumlar ve karakterler ona dayanır benim oyunlarımda. Dağınık yazanlardan değilim. O farklı bir tarz, ona da saygım var ama benim her sahnemin süresi, ne anlatacağı, çözüme dair ne gibi ipuçları vereceği, karakterin nasıl bir değişime uğrayacağı vs. her şey çok nettir. Bunun için birkaç meslek sırrım var, gayet matematik bir metodoloji buldum, derslerde anlatıyorum. Bir oğlum Yüksek Matematik, (Math Sup Math Spé) diğeri de Tıp okuyor, “sana çekmemişler” diyenlere “aksine biz de matematikçiyiz tiyatroda” diyorum. Oyun yazarlığında sahneleri iyi sıralamak için bilimsel hesap kitap çok önemli, bizler şair değiliz, içimizden geleni öylece kesilmemiş elmas gibi brüt şekilde veremeyiz.

Sahne üstüne çıktığınızda ve kendi hikayenizi anlattığınızdaki hisleriniz neler?

Kendi oyunum diye düşünmem yoksa heyecan iki kat artıyor. Sahneye çıktıysam artık ben o anda sadece oyuncuyumdur. Zaten kendi oyunlarımı kendim oynadığımda prova dönemlerinde asla yönetmenle ekibin arasına girmem. Eğer beğenmediğim bir seçim yaparsa, yönetmene bunu yalnızken bildiririm ama ısrar ederse de OK derim. Bir yerden sonra oyunu ona vermişsem, ben de oynuyorsam artık onayladım, güvendim, kendimi ona bıraktım demektir, işini zorlaştırmam. Fransız televizyonuna bir film yazmıştım, inanır mısın bilmem, yazma eylemi bittikten sonra rollerden birisinin bana uyabileceğini farkedip diğer oyuncularla birlikte seçmelere girip kazanmıştım. Yazarken yazar, oynarken oyuncu olup ikisini birbirine karıştırmamakta yarar var.

Türkiye’deki tiyatro ortamı için düşünceleriniz neler?

Genellemek gerekirse, Fransızlar dil, ses, anlam, sembolik anlatımlar konusunda usta, Türk tiyatrocular ise kalbini açabilme, izleyiciye duygu geçirebilme konusunda çok cömert. Çok iyi yazar, yönetmen, oyuncularımız var elbette ama yapım şartları bence ekipleri çok yoruyor. Her geldiğimde en az 3-4 oyun izliyordum ama son aylarda gelemedim, şu anda neler yapıldığını Twitter’dan izliyorum, oyun seçimlerini iyi buluyorum. Fakat yazık ki genelde oran olarak natüralist işlerin fazla olduğunu düşünüyorum. Mitolojisi bu kadar zengin bir coğrafyada çalışıyor olsam ben herhalde sürekli destansı, fantastik veya şiirsel, oyuncuların beden dilini kullanacağı işler yapardım. Nedense çok fazla miktarda benim “damardan psikolojik drama” dediğim tarzda oyun var. Dizi etkisi belki?

Oyun yazarlarının kendisinde tamamlaması gereken şey sizce nedir, ne tavsiye edersiniz?

Tavsiye vermekten hoşlanmam, ben kendim ne yaptığımı söyleyeyim: Şahsen senede 100 kadar oyun izliyorum, bir o kadar oyun ve roman okuyorum, sinemaya gidiyorum. Beni en çok besleyen şey diğer sanatçıların işlerine bakmak.  Elbette asla taklit etmeden.

Yazdığınız hangi metin sizin için çok özel? Neden?

Hep en son yazmakta ya da prova etmekte olduğum. Ama birisi tam yazarken vefat eden babama adadığım için özel: Kenardakiler.

METNİ DİDİKLEYEN ELEŞTİRMEN ÇOK AZ

Türkiye’deki tiyatro eleştirisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ne eksik?

Eleştiri ortamını çok iyi bilmiyorum ama Fransa’da oyunlarım hakkında çıkan eleştirileri hayatını bu işe vermiş insanların yazdığını biliyorum. Hepsinde muhakkak uzmanlıklarının getirdiği bir bakış oluyor. Türkiye’de genellikle işlerle değil, yazarın ya da kim olduğuyla ilgili yazılar çıkıyor, o arada bir de oyunların özeti anlatılıyor. Metni didikleyen, mizansen seçimlerini analiz eden eleştirmen çok az.

Bir metniniz ödül aldığında ve yeni bir çeviri ile başka bir ülkeye taşındığında ne hissediyorsunuz?

Ödül almak güzel ama fazla da önem vermemek lazım: Kendim de bir çok kez jüri üyeliği yaptığımdan çok iyi biliyorum ki, neticede bir kaç kişilik bir jürinin beğenisi söz konusu. Ama bir kez tüm lise öğrencilerinin en beğendiği oyun seçilmişti, o farklı. Sonra oyunlarımın liselerde Fransızca derslerinde okunması, tezlere konu olması ve çeviriler beni çok heyecanlandırıyor. Hele bir de başka bir ülkede gidip gördüğümde. Tek kelime anlamadan kendi sözcüklerini izlemek özel bir duygu. Eşikte, Kenardakiler, Silsilename ve First Lady’den sonra E-mülteci de şimdi çevriliyor, (İngilizce ve Almanca tercümanlar çalışmaya başladı) bakalım oralarda oyunun kaderi ne olacak? Geçenlerde internet üzerinden eş zamanlı olarak Yunanistan’da bir üniversitede bir edebiyat profesörünün yine bu oyun hakkındaki sunumunu izledim, tek kelime anlamadan. Hikayelerinizin uzaktaki insanları ilgilendirmesi harika bir duygu elbette.

En sevdiğiniz tiyatro metni hangisidir?

O kadar çok var ki. Tek bir oyun hatta tek bir yazar seçmek bile çok zor. İki klasik yazar söyleyeyim bari. İnsan ruhunun tünellerini en iyi anlamış yazarlar arasında olan, bana estetik ve felsefi şok yaşatmış Shakespeare ve Çehov. Onların iyi sahnelenmiş bir oyununu her izlediğimde hayran kalıyorum.

 

Röportaj : Ezgi Gizem Gülümser