Yersiz Yurtsuz

gregory manchess

Yukarıdaki başlıktan da anlaşılacağı üzere kaleme aldığım yazı, yersiz yurtsuz diyarların  kapılarını çalacak. Can sıkacak. Can kurtaracak.

Gelelim yazımıza. 20.yüzyılın ikinci yarısında yaşamış bir Fransız filozofu vardır: Gilles Deleuze. Yersiz yurtsuzluğun, sürekli hareketli halinde olmanın ve dünya sürgünlüğünün kalbinden yazan Deleuze. Bir zamanlar Nietzsche için “Bozkır veya çöllerde oturur; dışarının düşüncelerini ortaya çıkarır” demişti.

Nietzsche’deki bozkırın ve çöllerin yabancılığı, yalnızlığı insanların  kalbindeki karşılıksız aşka işaret eder: Ait olmak tutsaklıktır. Bunun için bir ülkeye, bir düşünceye, bir insana ait olmak en başta insanın kendine yabancılaşması sorununu doğurur ve Nietzsche kendi ile birlikte, kendisinin peşinde, kendini kovalayan, kendinden kendine bir yolcudur.

Bundan dolayı, Nietzsche’ye yakın olan her şey, aslında O’na ırak; her zaman kentin yaşamından ırak bir yaşantı elzem. Kent, insana kendi dairesel zamanını verir; zorla dayatılan zamanlar. Misal, kentin yaşamına binaların pencerelerinden bakar olmak; hep aynı suratlar, değişmeyen düşünceler, kahredici düzeyde insan davranışları ve kahredici insan güruhu… Diğer yandan da bozkırlardaki veya çöldeki güneşlere karşın neden saçmadan, karanlıktan yana gittiğini düşünür ve karanlığa, güneşin kendisi götürdüğünü anlar. Çünkü Nietzsche için alacakaranlık, her zaman gerçeğin ta kendisidir. Bu yüzden alacakaranlıktan konuşmak bizi güneşin kendisine götürecektir.

İşte buraya, bunlardan ziyade bir şeyler mırıldanmak istemek, başka şeyler yazmak aslında… Ama sizler hâlâ bu düşüncenin içinde bocalanıp durur ve bunları yazmışım gibi hissedersiniz. Her şeyin “var olan görünürden” ibaret olduğunu görürsünüz, umut edersiniz; anlamak, inşa etmek istemezsiniz.

Ah bu ölü kokan düşünceler, yalan olmayan ölüm; zihinden ağıza, ağızdan fiile   yollar her daim doğaya, bozkıra, çöle kaçmak ister…

Yazı: Emrah Şanlı

Görsel: Gregory Manchess