Yaşayan ve ölü erkekler, kitaplar

557394

Babamda gene bir Steinbeck kitabı: Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında. Bense babama, bakınması için Hobo’yu veriyorum, ben de bitirmedim onu ama “Amerika’nın öteki yüzü” tribi hoşuna gidebilir diye düşündüm. Bir de, aramızdan ayrılışı vesilesiyle, Marquez’den Albaya Mektup Yazan Kimse Yok: Ne hüzünlü kitaptı, Allahım, ne hüzünlü kitaptı.

Metroda varoşlardan şehrin kalbine akarken, başlıyorum: Ne kötü bir kitap. Gazap Üzümleri, Fareler ve İnsanlar ve adı aklıma gelmeyen diğerleri, hepsi uzun yıllar öncesinde kaldı; ama mesela, Gazap Üzümleri de böyle miydi, sanki filmi çok güzeldi, Umut gibi bir havası vardı, gerçekçi, sert, insanın yüzüne öyle bir çarpıyor ki devrimden, en azından grevi sonuna kadar götürmekten başka çare düşünemezsin, öyle bir film. Kitap da insanı bozan bir gerçekçilikle, amansız bir kayıtsızlıkla bitiyordu ve tabii ki mitolojik bir bitişti bu: Kadın, ölmekte olan yaşlı bir adamı beslemek için memelerini açar – ama bu bitiş böyle miydi gerçekten, yoksa ben mi uyduruyorum, Gazap Üzümleri, Gazabın Memesi, Gazabın Sütü, yoksa bu bir dil sürçmesi mi?

Ne olursa olsun, kitap çok kötü, Steinbeck 58 yaşında, 60 yılındayız yani, ünlü ve zengin. Halkın arasına karışmaya karar veriyor ve anlaşılan okumayı çoktandır bırakmış, Allah aşkına, Jack Kerouac’tan haberin yok mu dayı? İnanılmaz küçük burjuva ve bunu saklamaya ihtiyaç duymuyor: Üç günde bir beliren sıcak banyo ihtiyacı, yıllanmış şaraplar, yazmak üzere çıktığını saklanmadığı hepi topu üç aylık iyi hesaplanmış kontrollü bir gezi, Amerikan ismi verilmiş bir Fransız köpeği. Arabanın -pardon kamyonetin, kitapta ikisinin arasındaki farka dair de uzun bir pasaj var- adı olarak da Don Kişot’un atının adı uygun görülmüş: Steinbeck’ten geriye şiirsellik namına hiçbir şey kalmadığını ortaya koyan pornografik bir kanıt.

Kitabın yine de bir işlevi var: Bana babamla aramdaki farkları düşündürüyor. O, Steinbeck, Jack London ve Gorki okudu ve onların öykülerindeki çarpıcılığa kaptırdı kendini. Bense, başka şeyler okudum, mesela Tanpınar, Proust – prime oynamayalım, tabii ki Proust’un hiçbir kitabını bitiremedim henüz, ama neredeyse ezbere bildiğim, dini bir ayet gibi tekrar tekrar okuduğum pasajları vardır, ölmeden evvel yazdığı bütün cümleleri en az bir kez okumuş olmayı umuyorum – ve onların anlattıklarının basitliğinden, sıradanlığından etkilendim. Mesela, ikimiz de Dostoyevski okuduk, ama o Ecinniler’in başkarakterinin psikopatlığına şaşırırken, Raskolnikov’u bir deli gibi düşünüp merak ederken, ben Kirilov’un nutukları ve şu yakışıklı Prens’in intiharı üzerine bayağı bir düşündüm, öyle ciddi bir sonuç çıkardığımdan değil, düşünmeyi sevdim. İşte böyle, Steinbeck babamın yazarıydı, ona Amerika’yı, Amerika’nın dağlarını, köylülerini ve “bir yazar olarak halka karışmayı” anlatacak, uzun tasvirlerden hoşlanan babama zaman zaman oradaymış gibi hissettirecekti. Bense, belleğe ve hayal gücüne öncelik veren bir okur olarak, sosyal ve edebi olarak fecaat olan bu kitapla 50 sayfadan fazla cebelleşemeyecektim – ki kitap boyunca bütün diyalogları okumadan edemedim yine de. Steinbeck’in iç dünyayı yok eden o küntlüğü bana şunu sordurdu bir nokta da: Allah aşkına, Amerikan Edebiyatı Tarihi doktorası yapmayan biri buna ne kadar katlanabilir ki? Aslında babam da kitaptan sıkılmış, yarısında bırakmıştı.

Bunları düşünürken, aslında Jack Kerouac’ı hiç okumadığımı fark ettim: Hakkındaki bütün bilgilerim Wikipedia seviyesindeydi. Zamanında kadının biri bana Kerouac okuyup okumadığımı sormuştu. Doğruyu söyleyip neden sorduğunu sordum. Steinbeck gibi yaparsak:

-Neden sordun ki?

-Tarzın ona benziyor.

-Uyuşturucu bağımlısı değil mi o?

-Daha çok alkol.

-Ben uyuşturucu bağımlısı değilim.

Nedense içime kadına yönelik büyük bir öfke doldu, suratına çok kırıcı şeyler söyleyecek gibi oldum, bir an kendimi tutamayıp suratında sigara söndüreceğim gibi geldi. Çok şükür böyle bir şey yapmadım, böyle bir şey yaptıktan sonra insan anasının babasının yüzüne nasıl bakar?

Bu olayın üstünden yıllar geçmişti. Hemen gidip Yolda’yı aldım, hakikaten fark ediyordu, ama gene de Jack Kerouac’ta, onla benim arama devasa mesafe koyan bir şeyler var. Bunun ne olduğunu anlayabilmiş değilim; ama bir avuç havalı adamın çılgın hikayelerinden başka bir şey anlatmıyor gibi geliyor bana, yine de beni rahatsız eden şey tam olarak bu mu, bilemiyorum. Gene de, biraz daha okuyacağım gibi görünüyor.

Yola devam ediyordum: Boğazı geçerken İlyada ile Odissea’yı okuduğum dönemi düşündüm. Babam küçük çapta bir Hektorsa, ben de onun oğlu olarak kendi halinde bir Odissea’yım o zaman diye hayal kurar, bunun öyküsünü yazabilir miyim diye düşünürdüm: Sonuçta ben her gün Boğaz’ı geçen genç bir erkeğim ve evet, her sabah ardımda beni bekleyeceğini umut ettiğim bir kadın bırakıyorum. Öte yandan, bütün bunları düşünürken fark edip şaşırmaktan kendimi alamıyorum: Ölüp gitmiş bir grup adam hakkında bu kadar düşünmek de neyin nesi? Sıkı bir okur, (çoğunluğu ölü ve erkek olan) bir grup insanı biraz fazlaca ciddiye alan biri değil midir?

Bunları düşünürken, Metrobüs birdenbire doldu ve dengede durmak zorlaştığı için kitaplarımdan da düşüncelerimden de uzaklaştım.

Musa Acar

musa.acar.yasiyor@gmail.com