VAROLUŞUN KILCALLARINDA İZ BIRAKAN ESERLER

Aynan Çolakoğlu

3.ULUSLARARASI İZMİR SANAT BİENALİ

Melankoli’nin tedavisi olur mu? Siz neyi seçerdiniz? Müzik, matematik, psikanaliz, kan ya da büyü… Hangisiyle tedavi olurdu karalar bağlayan zihniniz, karasevdaya tutulan yüreğiniz? Melankolinin rengi nedir? Mavi midir? Sanatçı Aynan Çolakoğlu korku öykülerinden esinlendiği eserleriyle bu sorunun cevabını arıyordu ya da zihinlerde korku/soru işaretleri bırakıyordu.

Dream, when you’re feeling blue
Dream, that’s the thing to do

Johnny Mercer

            Melankoli bir döngüydü aslında, içine akan kara sızıntıyla baştan çıktığın, sivri tırnaklarını ciğerlerinde hissederek yıkımı soluduğun, karanlık bakışlarında bilinçsizce kaybolduğun kara bir düş, çıkmayı reddettiğin bir çember…

Ya hayat bir sandviç olsa? Onu yer miydiniz? Size hayat diye sunulan her şeyin aslında bir sandviç olduğunu düşünebiliyor musunuz? Nasıl mı? Şöyle… Doğduğunuz andan itibaren başlarsınız her şeyi üst üste koymaya, bir sandviç gibi adeta… Okullar bitirmeniz gerekir, para kazanmanız, sonra hayat arkadaşınızı bulmanız, mutlaka evlenmeniz, çocuk sahibi olmanız, bunlar yetmezmiş gibi torun sahibi olmanız, bundan böyle hizmet ve hürmet beklemeniz, beklemeniz…  Sonra da ölmeniz. İşte bu sizin sandviçiniz. Bu kadar da olmaz mı?  Neden? Biraz daha istemez misiniz? Aynı şeyi yemekten sıkıldınız mı yoksa? Kötü çocuk, ye çabuk onu! İşte tüm bu laf salatası sanatçı Başak Özlem Leblebicioğlu’nun büyüleyici dev sandviç eseri ve arasında sıkıştırılmış hayatınızla canlandırılmıştı.

 

Bazen kılıcı kalkanı kuşanıp Ortaçağvari epik bir atmosferde savaşçı olduğunuzu siz de düşlemediniz mi hiç? Üstelik İzmir’de yaşıyor ve ataerkil toplum düzenine ciddi tehdit/problem teşkil ediyorsanız Smyrna savaşçılarından mutlaka haberiniz vardır. Smyrna’lar yani İzmirliler, İzmir kentine adını veren, Amazonlar, Hitit savaşçıları. Onların güzelliği, isyankârlığı ve efsaneleri hala yaşıyor bu kentte, İzmir’de… Sanatçı Mediha Tekin tınılarla, hareketle, en çok da ruhla Smyrna’ları anan bir enstalâsyon çalışması gerçekleştirmişti.

Zihninizin kapağını kaldırıp bir baksanız ne çıkar dışarı? Hayır, hayır hiç kimsenin tek bir renk ya tek bir duygu göreceğini sanmam… Her şey her şeydedir.  Bence kafatasını aralasak, dışarı kesin kelebekler çıkar… Aydınlığın, karanlığın, varlığın, yokluğun, iyiliğin, kötülüğün kanatlanmış hali kelebek olur ve uçuşur. Bilgi sızar, bazen duygu maskesine saklanır bezen de mantık olarak sırıtır. Işık getirenle dağılır dünyaya, hikâyenin sonrasını biliyorsunuz; ışık getiren Lucifer, olur mu size Şeytan…  İşte asırlardır aslında bilgiden korkulur, kötülüğün efendisi ve günahların sorumlusu olduğuna inanılır, aslında inandırılır. Bu canlı motife sahip eser sanatçı Nilgün Ermiş’e ait. Esere dair yorumlarsa tamamen bu yazının yazarına… Ey okuyucu bir de sen bak, bu kelebekler senin kafanda neler uçuşturacak!

 

 

Nilgün ErmişKuşlar uçamaz! Evet, evet uçmazlar! Hiç şaşırmayın… Özgürlük ne zamandır ölü bir kelime çünkü. Bunu ayrıntılandırabiliriz; yaşama özgürlüğü, düşünme özgürlüğü, kadın olma özgürlüğü… Sonra korkma, reddetme, karşı durma, direnme…  Bunlar bizim kafamızdaki şeyler. Durduk yere insanı günaha sokmayın! Hepinize iyi uykular… Bir de maske meselesi var… Şöyle bir iddiam var, bir insana giydirin rengârenk bir maske ve sadece gözlerine odaklanın, gözlerden içeriye ışıkla birlikte girin sizde, evet, girin çekinmeyin. Gözler ruha açılan pencereler değil mi? İşte o zaman görün aşkı, tutkuyu, hüznü, melankoliyi… Bu an kritik bir an yalnız… Adeta Kairos’la karşılaşma an’ı gibi; çünkü o an, aşkın tutkuya hüznün melankoliye ya da melankolinin aşka, tutkunun hüzne dönüştüğüne şahit olabilirsiniz. Bu dörtlü sanki birlikte dengede, doğanın dört elementiymiş gibi davranıp birbirine dönüşebilir ve size doğaları hakkında her geçen an yeni bir şeyler öğretebilir, tabi isterseniz. Bir de şu ödlekler var; yaşamdan, ölümden, sevmekten, melankoliden korkanlar. Bu hayatta bir heykelmişçesine yaşayıp yüksek sesli kahkaha atanlar, dinlemeyenler (belki de kendi gürültülerinden dinleyemiyorlar bilinmez), dinlemedikleri için de hiçbir şey anlamdan savrulup gidenler… Bilgi onların üzerinden şöyle bir geçer, bakar hiçbir hissiyat yok, çalar düşlerini, verir başka birisine… İşte bu nedenle bu tip insanlar neyin önünde dururlarsa dursunlar yüz ifadelerinde bir alıklık vardır, siz biliyorsunuz kim olduklarını… İşte tüm bu beyin fırtınasını yaratan sanatçı Duygu Subaş’ın müthiş video eseri ve fotoğrafıydı. Şimdi durun ve diğer beş martı gibi siz de seyrederken, çekip gitme kararı almış altıncı martının yer aldığı fotoğrafa odaklanın…

Bu vurucu eserler 2011 yılından beri düzenlenen Uluslararası İzmir Sanat Bienali’nden… Bu sene 4-11 Mayıs tarihleri arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde üçüncüsü düzenlenen bienalin konusu “Sınırsızlık”tı. Sınırların bir kez daha sanatla aşıldığı, devinimin, ilerlemenin, imgelemin sınırsızca kanat çırptığı bir hafta geçti. Bu düşün gerçek olmasını sağlayanlar ise bienal küratörü sevgili Seba Uğurtan başta olmak üzere, bienal organizasyon ekibi, bu hayata yamuk bakma kararı almış ve böylece varoluşun kılcal damarlarında kol gezen, sınır tanımayan yüzlerce değerci sanatçı ve sanatsever.

Yazı: Zeynep Çolakoğlu

Fotoğraflar: Semih Yalınkılıç

http://www.galleryseba.com/

https://www.facebook.com/bienalizmir.izmirbienal

http://www.bienalizmir.org/bienal/main.html