“Tipler” Üzerine bir Roman: Murat Arda’nın “Pelin”i

Deli Kasap’ın kurucusu olarak tanınan ama aslında bunun dışında senaristlik, sinema eleştirmenliği ve kültür alanındaki farklı kulvarlarda da yazınsal faaliyetlerde bulunan Murat Arda’nın “Pelin” isimli, karanlık romanı (kendi ifadesiyle “roman noir”), tasvir etmek için kullandığım sıfatı ve yazarın kendi tasarrufundaki “noir” terimini fazlasıyla hak ediyor. İstanbul’un ’90’lı yıllarını ve o döneme ait bazı alt kültürleri aktarırken başka bir tonda yazması mümkün olabilir miydi acaba?

Pelin”, Can Sancak ismindeki, dini bütün, namazında niyazında bir gencin rock/metal müzik aracılığı ve yaptığı okumalarla birlikte dinini sorgulamaya ve zamanla da dinden uzaklaşmasını eksen edinmiş bir roman. Can Sancak’ın kişisel “uyanma” öyküsünün yanında bir de romana ismini veren karakterin, gerçek bir olaydan esinlenildiği söylenen, sonu eroinden aşırı dozla ölüm ile biten başkaldırı öyküsü var. Kitabı edinenler daha kitabın kapağını açmadan önce bile “karanlık” tanımlamasının böyle iki paralel kurguya nasıl uyabileceğini kestirebilirler ama aslında “Pelin”i sadece bu tek sıfatla nitelendirmek çok büyük bir hata.

Romanda bu karanlık iki kurgu iskelet oluştururken, yazarın çok yönlü ve renkli kişiliğinden gelen üslup zenginliği romana farklı tatların da dahil olmasını sağlıyor. Arda’nın ilahi dinlerin terminolojisi ve diline yönelik hâkimiyeti ve genel mizah anlayışı oldukça belirgin. Bunların yanında Pelin’in iç dünyası ve muhayyilesinin tezahürlerini aktardığı pasajlardaki tasvirleri ise ayrı bir takdiri hak ediyor. Bir miktar kaba bir dil kullanımını kaldırabilecek okuyucuyu romanda böyle zengin bir dil bekliyor. Dolayısıyla “Pelin”, salt bir karanlık roman hiç değil; aksine, oldukça eklektik bir yapısı var.

Ama tabii ki eserin on ikiden vurmayı başardığı asıl nokta, çektiği ’90’ların İstanbul’u ve Türkiye’si fotoğrafı. Sanırım bunu benden önce, Ali Şimşek Yurt gazetesindeki bir yazısında söylemiş: “Doksanların kültürel foseptik çukurunu deşmiş ve tarihsel olarak önemi yadsınamayacak bir roman…” Yazarın kitabın arka kapağına iliştirdiği tasvirse bunu biraz daha açıyor: “Dinsellik, cinsellik ve tinselliğin iç içe geçtiği; rockçıların, ‘emekli vaizlerin’, hapçıların, imam hatipli dindarların, sokak çocuklarının, lezbiyenlerin, delilerin, felaket tellallarının, ecinnilerin, devrimcilerin, hastane kaçkınlarının, sapkınların, hayat arsızlarının, hayvanetiyemişlerin, löpoğlanlarının, gulibiklerin, yatacakyeriolmayanların, mantaratoların, iblislerin, şereflerin, cemaat liderlerinin, gazetecilerin, polislerin, düzen bekçilerinin ve tüm uyumsuzların yollarının kesiştiği garip bir evreni anlatıyor, ‘Pelin’.” Ama yazar bu karakter cümbüşü ve paralel giden iki kurgusu ile çok daha edebi bir misyona soyunuyor.

Doğu ile Batı arasında gerili bir halde kendi kimliğini arayan ülkenin, aynı kendisi gibi kimliğini arayan iki genç vatandaşının romanı, “Pelin”. Ana karakterler olan Can ve Pelin, edebiyattaki “yuvarlak”, yani kurgu boyunca değişip, “gerçek”e ulaşan karakterler olurken, etraflarındaki diğer bütün karakterler roman boyunca “düz” olarak, hatta neredeyse “tip” olarak kalmakta. Polis memurlarından medya patronlarına, tarikat liderlerinden yer altının sivrilen tiplerine kadar herkes kendinden bekleneni,  şaşırtmayanı yapıyor roman boyunca. Bu da bizim için çok güçlü bir Türkiye eleştirisi oluyor. Okuyucu olarak kendimize sormadan edemiyoruz: “Kimlik” denen şey gerçekten bu kadar zor mu bu ülkede? Kendi kendine var olmak, başkaları tarafından hor görülmeden bir “kimlik arayışı”na çıkmak bu kadar zor mu cidden? Arda’nın başarıyla altından kalktığı bu edebi misyonunun ışığında, bizimki gibi gelişimini tamamlamamış toplumlarda bireyciliğin, orijinal yaratıcılığın ve sosyal/kültürel/politik alanlarda özgünlüğün neden gelişemediğini bir kez daha gözlemliyoruz. Arda’nın sıkıca eleştirdiği medya patronunu, polis memurlarını vs.’yi bir kenara bırakın.

Murat Arda

Roman boyunca Can Sancak’ın zamanla daha da yakınlaştığı ve samimi olduğu yer altı kültürüne ait karakterler –ki aralarında, zihninizi azıcık zorladığınızda tanıyabileceğiniz gerçek kişiler de bulunmakta– bile canlılıktan, özgünlükten yoksun “tip”ler adeta. “Metalci”ler, “eroinman”lar, “solcu”lar vs. Yani muhafazakâr kanadın zıttı kabul edilecek kişiler bile bu ülkede “düz karakterler” olmaktan öteye gidemiyor.

Dolayısıyla “Pelin”, Can Sancak ve Pelin isimli başkişileri üzerinden okuyucusuna bazı sorular sordurmayı başarıyor: Türkiye her alandaki sıradanlıkları içinde tıngır mıngır bir ileri, iki geri hareket ederken, ona özgünlüğü, yeniliği, yani gelişimi getirecek olan kişiler Can Sancak ve Pelin gibi kimlikler mi? Yani Türkiye’yi iki uca doğru geren kesimlerin ikisine de hâkim, dolayısıyla konuşulan her iki dili de bilen karakterler mi? Acaba, bu roman, bu iki karakterin düştüğü samimi ikilemleriyle Türkiye’nin ihtiyacı olan panzehire de işaret ediyor olabilir mi? Birbirini duymayan, duysa da dinlemeyen uçlar arasında Can Sancak ve Pelin gibi gençlerin bir şansı olamaz mı?

Pelin

Murat Arda

Destek Yayınları

Eylül 2013

416 sayfa

 

Emre Karacaoğlu

https://www.facebook.com/emrekaracaoglu