RÖNESANS’TAN PAYIMIZA DÜŞEN, Floransa-Venedik hattı

İtalya; görkemli mimarisi, hayranlık uyandıran sanat eserleri, yemekleri ve dondurmasıyla nam salmış bir ülke. Hal böyleyken bu durumdan bizde payımıza düşeni almaya Floransa’ya ve Venedik’e gidelim dedik ve yollara düştük.

11

Aydınlanma’ya mı müteşekkir olmalı yoksa İtalya özelleştirme hareketlerine mi bilmiyoruz, ama ferah trenlerde hızlı ve konforlu bir yolculuktan sonra Floransa’ya ulaşıyoruz. Tren istasyonunun dışında Santa Maria Novella Meydanı sizi karşılıyor. Bu güzel meydanda, Floransa Katedrali’ni gezdikten sonra ulaşıp dinlenebilir, akşamüstünün keyfini çıkarabilirsiniz.

Santa Maria’dan aşağı salınıp tarihi köprüyü, ki Floransa’da tarihi olmayan pek bir şey yok, geçiyor ve Santa Spirito Meydanı yakınlarındaki kalacağımız yere ulaşıyoruz. Bu kısa yürüyüşle birlikte Floransa’ya çoktan hayran olmuş durumdayız, dolayısıyla Santo Spirito’yu görmek için can atıyoruz. Zaten, merak ettiğimiz pizzacı Gusto da buranın yakınlarında: Hem Avrupa standartlarına göre uygun fiyatlı hem de lezzetli bir pizzacı Gusto. Santa Spirito Meydanı da çok güzel. Buraya gidip genç nüfus neler yapıyor merakıyla sağa sola bakabilir, şansınız yaver giderse bir iki sohbete ortak olabilirsiniz.

nave

İstanbul’da yaşayan dört beyaz yakalı düşünün. Bunlardan ruhsal sorunları olanı, İzmir’e yerleşmeyi düşüneni ve hırslı olup yükselmek isteyeni eleyin. Geriye kim kaldı? Küçük ve tatlı bir kafe, pastane ya da fırın açmak isteyen var ya, işte, onun gidip görmesi gereken yer Floransa. Biz de, sabah gayet sempatik, gayet estetik bir fırından, kahvaltılık malzememizi alıyor ve Floransa’nın sokaklarını arşınlamaya başlıyoruz. Gün daha uyanmamış, esnafların çalışma saatleri daha başlamamış. Çalışma saati dediysek, bizim memleketin standartlarına göre oldukça az sayıda saatler bunlar. Roma’da uzun mesai saatleri yapan tek bir market grubu vardı: Pakistanlılar ve Bangladeşliler tarafından işletilen marketler, sizi gece geç saatlerde susuz veya bisküvisiz bırakmıyordu. Santo Spirito’nun hemen yanında yer alan marketi saymazsak, benzer özelliklere sahip bir market Floransa’da göremedik.

3

Vardığımız yer ise Boboli Bahçeleri, girişle beraber içeride birtakım müzeleri gezme hakkını da ediniyoruz. Ne yazık ki güncel sanat müzesi bunlar arasında yok, Roma’da sanat mevzusuna halihazırda yükseldiğimiz için artık güncel sanata “neden olmasın” diye bakacak konuma gelmiştik oysa ki. Bu güzel bahçeleri gezerken kıyafet müzesine denk geliyoruz. Giysinin elbisenin müzesi olur mu demeyin, prenslerin ve prenseslerin kıyafetleri titiz bir çalışmayla ve biyografik bilgileriyle beraber sergileniyor.

Boboli Bahçeleri’nden ayrılınca yönümüzü Mikelanj Meydanı’na çeviriyoruz, çünkü Uffizi Galeri ziyaretimiz öncesinde daha vaktimiz var. Yolda karşımıza Belvedere Kalesi çıkıyor, burada “Human” isimli bir heykel sergisi var, değişik pozisyonda yerleştirilmiş heykeller ilgimizi çekiyor. Giriş de ücretsiz olunca buraya yöneliyoruz. Heykeller hakikaten bir karşılaşma anı yaratıyor. Ancak buranın cezbedici unsuru göz önüne alındığında sergi ikinci planda kalıyor: Belveder Kalesi’nin başta Floransa Katedrali olmak üzere, Floransa’ya tepeden panoramik bakma imkanı veren çok güzel bir manzarası var. Yağmura da işte burada yakalanıyoruz ve kalenin kafesine sığınmak durumunda kalıyoruz. Bu seyahatte insanların günde 3-4 kahve içmesini anlar duruma geldiğimi fark ediyorum kahve söyleyince; çünkü çaya ulaşamayınca normalde bir kahveden sonraki kahve ihtimallerini “çarpıntı yapar” diye atlatan ben, kahveyi neredeyse bir susuzluğun içinden geçmişçesine, bir çırpıda bitiriyorum.

Artık Uffizi’ye yönelme vakti geldi. İnsanı farklı bir zamana, farklı bir ruh haline döndüren sokaklardan kıvrılarak kente geri dönüyoruz. Floransa, hayatınıza hoş anılar ve ayrıntılar eklemek için ideal bir kent. Floransa’nın şiirsel havasından etkilenmemeniz için, genel olarak pek bir şeyden etkilenmeyen, tabiri caizse hafiften “kütük” biri olmanız gerekiyor.

uu

Nihayetinde Uffizi çevresine varıyoruz. Müzenin içi merak konusu, ama müzenin yer aldığı sokak da bir o kadar cezbedici. Burada, güzel bir gelin, yakışıklı damat, eli yüzü düzgün ve birbirinden şık insanlardan müteşekkil bir düğün kafilesi görüyoruz. Randevumuzu beklerken çöktüğümüz merdivenlerin önünde poster satan mültecilerle sohbet edip, Uffizi’ye giriyoruz. Çok eski bir müze, çok geniş bir koleksiyon söz konusu. Mikelanj, Botticelli, Caravaggio, Venüs’un Doğuşu, Hermafrodit, size bir çok anahtar sözcük verebiliriz ama saatler sürecek bir yolculuk bu ve bir yerden sonra, artık yoruluyor insan, mesela Caravaggio’nun öğrencilerinin eserlerinin bulunduğu kısımda, yavaş yavaş, yorgunluk insanı, bunlar o kadar önemli değil aslında, hissiyle doldurup, hızlandırıyor. Bir yandan da, bir çok resmin hikayesi var, bir oraya gidiyorlar, bir buraya gidiyorlar, nihayetinde Uffizi’de duruyorlar. Müze geze geze insan sanat noktasında bir yere gelebiliyormuş, vallahi buna inanmazdım. Düşünün, bir de Davut Heykeli’ni görmedik, yani meydanlardan birinde kopyasını gördük ama orjinalini görmedik. Buna rağmen gene de iyi bir yere geldik, resmen dünya yurttaşları olarak Rönesans’tan payımıza düşenin en azından bir kısmını aldık.

v 

Venedik’le karşılaşma

 Uffizi’den sonra akşamüstü yaklaşıyor, niyetlerde Floransa eti yemek var. Bir restorana gidip kiloyla sipariş verebiliyorsunuz, demem o ki Floransa gibi romantik bir yerde kasap arkası tarzını yakalayabilirsiniz. Floransa bifteği, orta pişirilmiş bir et, güzel olduğu su götürmez ama her damak tadına uygun olmayabilir. Garantici olmak isteyenler içinse ızgara et opsiyonu mevcut. Bunlar da sarmazsa insan doğasını takip edip makarnaya yüklenebilirsiniz. Makarna mucizevi bir şey ve İtalyanlar bu mucizeden ziyadesiyle yararlanıyor.

Yemekten sonra, Floransa’yı bir kez daha gece görme zamanı, yollarda yürümeli ve nehir boyunca kente bakmalı, zira bir sonraki sabah ayrılacağız. Aklımıza Mikelanj Meydanı’na gidip şehrin ışıklarını izlemek geliyor ama yola üşendiğimizden vazgeçiyoruz. Denk gelince birkaç yıldır üst üste ödül alan dondurmacıdan dondurma alıyoruz; ama Roma’da Parlemento Meydanı’nın yanındaki dondurmacıdan sonra çok etkilenmek mümkün değil.

Ertesi sabah erken kalkıp tarihi köprüyü son kez aşıyoruz, Venedik’e trenimiz var. Yaklaşık 2 saatlik yolculuktan sonra Venedik’teyiz ve ilk Venedik sıkışması, bagaj bırakma noktasında ufak bir zaman farkıyla önümüze 30 kişilik bir turist kafilesi geçiyor, bir iki kaynak girişiminde bulunsak da medeniyet galip geliyor ve el mahkum bekliyoruz turist grubunu.

Venedik’te yola düşüyoruz, havanın sıcak olmaması avantajımıza. Açık söyleyeyim, gondol turu yaptık, tek başıma olsam, ya da ikna edebileceğim insanlarla birlikte olsam kesinlikle yapmazdım, bence o kadar da iyi değil. İngilizcenin o güzel tabiriyle “overrated” ve bana ziyadesiyle Ada’da faytonla gezmeyi hatırlatıyor; ama yol arkadaşlarımın kafası net. Dört kişi 80 Euro, muhtemelen hayatta bir kere olacak bir deneyim için verilmeyecek para değil: Bir de, Allah aşkına, sokak yerine sular olan bir yerden bahsediyoruz, neden olmasın ki? Gondolda dar sokaklarda ilerliyoruz, rüzgar sonucu sallanmalar içimi inceden ürpertmiyor değil. Yarım saatlik tur sonunda tekrar tabanvay turizm-geleneksel yolculuk metodundan vazgeçmemeli.

Rialto üzerinden San Marco’ya ulaşmayı hedeflerken birkaç soru takıldı aklımıza. Birincisi, bir kentin neredeyse tamamı, birkaç taş işleme atölyesi var, doğrudur, nasıl olur da hediyelik eşyacı olabilir? İkincisi, belirli bölgeleri bağlayan belirli köprüler var, insanlar, eğer burada gerçekten ikamet eden varsa tabii, ona göre mi güzergâh belirliyor, yoksa sıkış sıkış Rialto Köprüsü’nden her gün geçiyor mu? Venedik’te yaşamak gibi olağanüstü bir olayın parçası da olsam, o turistlerle kaplı, herkesin anahtarlık peşinde koştuğu o köprüden her gün geçmek istemezdim.

Bu seyahatte üzüldüğümüz bir şey varsa o da San Marco Meydanı’nı gece görememek oldu. Katedralin ihtişamı insanı etkilese de, San Marco gündüz çok kalabalık ve dolayısıyla boğucu. Gecenin sükûneti, günübirlikçileri elediğinde, bu meydan çok daha keyifli olabilir.