Lütfen biraz sevme beni

ıd 4-2

yorgun olduğunu anlamıştım, hep anlarım.

adımlarından, omuzlarından, göz kapaklarından, dudak kenarlarından, boyun eğiminden, bileklerinden.

nasıl anlamayayım, günde bin tane insanı izliyorum şu köşeciğe yaslanıp.

onları beni tüm gün uyuyor zannediyorlar, bilseler göz kapaklarımız kapalıyken bile insanları görebildiğimizi.

doğru ya, ah insanlar. nerden bilecekler.

yanımdan geçip gidecek gibiydi. ama eros’la yaptığım işbirliği gereği,  yuvaların kapısı kalpli inşaatının tam karşısına atamışlardı beni. maaşım da fena değildi. bazen biraz süt bazen biraz yemek artığı. bunu bulamayanlar da var, şükür.

oku fırlatırken tutturamamıştı yine ayarı. en son ferhat’ a yapmıştı bunu, adam okun hızıyla ne dağları delip geçmişti, duymuşsunuzdur belki.

iki adım bile geçmedi beni, durdu. düşünmesi saniye aldı, onun bir yılının benim yedi yılıma denk gelmesinden yola çıkarsak bir saniyesiyle bir saniyem feci farklı, bana bitmeyen zamanlar gibiydi.

kıpırdamadım. nereme dokunacağını kendisi hissetsin istedim. öğrenmişti ya tecrübelerinden, korkutmadan kulağımın arkasına, hani benim ulaşamadığım o noktaya yaklaştı. avuçları terleyecek ısıdaydı. koyvermemek için bir süre tutum kendimi, süre kavramım farklı dedim ya, zor tuttum kendimi. ama avuçları çok lezzetliydi. dayanamadım daha fazla, zaten ömrümü toplasan iki günü geçmezdi. e bir günümü gelen giden çoktan kemirmişti. daha fazla bekleyemedim. avcundan başlayarak kollarına omuzlarına göğsüne boynumu eğip durdum. insanlar bunu da bilmez mesela, sevmesek kesik kesik belli ederiz.

doğru ya, ah insanlar. nerden bilecekler.

her yerime dokunmasına izin verdim. sonrasını tahmin etmek istemeden. iyi sonralara inanıyor olsam da. yönetmenim buraya eros’ un hınzır gülümseme efekti ekleyebilir miyiz, rolümün tam oturmasını istiyorum da. sevgi arsızı iki canlının bir ahenk ile yanıp tutuşması diyeceğim size, ah diyecek ciğeriniz. az kalır yanında. az kalırsınız yanımızda. bir sağa bir sola uzandım. kalbimi açtım, nefes borumun üstünde gezerken; iki elimle elini tırnaklarımı saklayarak tutar gibi dokundum. gurul gurul ne şarkılar mırıldandım, her bir notaya eşlik etti. motora yakın sıcak kısmında uzanırken dünya aracının, çünkü yalnızken çok üşürüm ben diye saklanırım bu köşelere, dayanamadı aldı kucağına. bu kadarını beklemiyordum aslında. beklentimi daha çok tekerlekler altında ezilmemeye, kızgın insanlar tarafından tekmelenmemeye ve devlet tarafından zehirlenmemeye yönlendirdiğimden, ne yapsa mutlu oldum. ne yapmasa da mutlu oldum diyeceğim, anlamayacaksınız.

doğru ya, ah insanlar. nerden bilecekler.

biraz sarıldı, kolunun altına saklandım önce. biraz uyudum öylece. sonra uyanmamı istedi, zaman değerlendirmek ister gibiydi. burnum üşüyordu ama çaktırmadım, o sırtımda gezinirken ben dirseğinin iç kısmına, hani şu damarların en net göründüğü noktaya burnumu dayadım da ısıttım. yorgundu demiştim ya, bir de yalnızdı belli ki. evine dönerken, mecburiyetti adımları. belli ki evine dönmek içinden gelmiyordu, belki evi yoktu, belki de hiçbiri. arkasında duran merdivenleri gördü, ben yapmıştım aslında o basamakları, farkında bile değildi.

doğru ya, ah insanlar. nerden bilecekler.

ikinci basamağa oturdu, soğuktur üşür belki diye endişelendim. atladım kucağından, ayak tabanlarımla ısıttım ona çaktırmadan taşları. o etrafında dolanıyorum, belki de kur yapıyorum, zannetti. çok geçmeden beni tekrar kucağına doğru uzattı. saklar gibi, midesine doğru yasladı, omuzlarını dizlerine yaklaştırdı. arada kalmak hiç bu kadar keyifli olmamıştı. şarkı mırıldanmaya devam ederken, direkt temasa geçtiğim midesi ve kalbine ellerim ve ayaklarımla minik minik dokunarak tedaviler ettim. arsızlığım sevgiden diye hep söylenen eros’ un öksürüğünü duydukça, tırnaklarımı çektim içime; neydi sözleşmenin ilk maddesi ‘severken acıtmayacağıma kuyruğum üzerine yemin ederim.’ kuyruksuz olanlara hep ne oldu acaba buna derler ya insanlar, bunu da bilmezler vicdansızlar.

doğru ya, ah insanlar. nerden bilecekler.

uykusu gelmişti huzurdan, avuçları terliyordu. minik minik yalıyordum, tuzlu denizi ben hep çok seviyordum. pütürlü dilim rahatsız etmesin diye minik molalar veriyor ve üstüne seri seri devam ediyordum. arada gırtlağından çıkardığı, sanırım evrenin en güzel enstrümanının tellerinden çıkan seslerle sevgi mırıldanıyordu. ‘bunu mu sevdin sen, beni mi sevdin sen, çok mu yalnızdın bakayım sen, deli misin sen, aç mısın sen, güzel misin sen’ ve işte benzer sözler. bilinmeyen bir dil gibi geliyordu çoğuna klişe gelen bu cümleler.

doğru ya, ah insanlar. nerden bilecekler.

tam alıştım galiba olmuşken, karşı sokaktan yaklaşırken kara kediler. sırtımın en gizli yerine yaklaştı parmakları, tedirgindim. titrer gibi oldum. mutluluk mırıldanması zannetti. bir iki estetik hamle yaptım, hoop kalçamı sağa eğdim hoop boynumu sola çevirdim. yok. inatçıydı her erkek gibi. illa o gizli yere uzanacaktı. bir sorun olmasa gizler miydim sanki!

doğru ya, ah insanlar. nerden bilecekler.

ve dokundu. bilerek dokunmasına rağmen, istemeden dokunmuşa döndü. yaramı algıladı parmak uçları çünkü. hani şu insanoğlunu irrite eden, kaçıran yaramı gördü. hani şu çoğu tekirin ‘seni seven böyle sevsin, dert etme artık bu kadar’ dediği yaramı hissetti. kalbi içerde olmadığından, heyecan atışı yerini korku atışına bıraktı. bir anda atarcasına ama kırmadan, acıtmadan bıraktı beni asfalta. bulduğu yere belki de. gider gibi yaptı, döndü baktı, iki adım attı, ayakları bana bakıyordu burnu onu ilk gördüğüm yerin ters istikametine. kırgın hareketlerle duvara yaslandım, kuyruğum havada gibi duruyordu, hani mutluluktan sandığınız, oysa duvarın tembel sıvasının pütürlerine tutturmuştum tüylerimi. bu sanırım ilk yalanımdı. ve de son belki. sonrası hep yalandı çünkü. bir şeyler mırıldandı, gırtlaktan çıkan bir ses değildi bu artık. üzgünüm gibilerinden bir melodi. korkak insan elbette üzgün olur diyecektim. dilim dökülmüştü hayalkırıklığından. asfalta basan ayaklarımla önceki uzun uzun tüneyerek ısıttığım yere baktım, soğumuştu. her gidiş bir başlangıçtır mı ne demişti insanlar, bir bunu biliyordu zaten ah şu insanlar. yeniden başlayacaktım, yeni bir başlangıçla karşı karşıyaydım. bir nokta seçicektim, tüneyecektim, burnum yine üşüyecekti, tüylerimin içi soğuk noktanın tüm soğuğunu emecekti içine, bütün ısımı tünediğim yere feda edecektim, boş boş ruhsuz ruhsuz yine bekleyecektim gömülmeden şehir çöplüğünde çürümeyi. ben bunları düşünürken, kendi halimde olduğumu, zaten hep öyle olduğumu, giderse çok da bir şey farketmeyeceğini düşünüyordu. hislerini duyduğumu da bilmiyordu, doğru ya, ah insanlar. nerden bilecekler. arada uğrarım gibiydi son sözleri, arkadaşız bak hem, e hep arkadaştık zaten diyecektim, lafımı pirelerim alıp götürdü. bu da benim yazgımdı. periler mutluluk getirirdi kimisine, benimkileri pireler götürürdü. yaram hala yerinde duruyordu, e ne anladım ben bu işten bakışımı bumeranga çevirdiğim ok ile attım eros’a geri. sigara yakmıştı eros bey. çaya gel, konuşalım. ben de biraz düşüneyim, çalışmadığım yerden sordun-dedi.

gece insanlar işinden gücünden dönüyordu. yorgunlardı. belki de evlerine hemen dönmek istiyorlardı.

gece insanlar işinden gücünden dönüyordu, yorgunlardı, beni görüp duruyorlardı.

kimisi yalnızlığını kimisi sevgi açlığını kimisi sırf zamanını geçirmek için bana dokunuyordu. yaramı gören dört nala kaçıyordu. tüylerim de dökülmeye başlamıştı, her yanlış insan okşadıkça tüylerimi. pirelerim tüylerimi kılıç gibi kullanıp duruyordu çünkü. canım acıyordu ama bir yerden sonra uyuşuyordu.

insanların üstüme bıraktıkları kokular geçsin diye tempolu yalıyordum kendimi, bunu da bilmez insanlar diyeceğim, seyirciler aynı anda ‘ah insanlar’ diyecekler; bizler, sizlerin üstümüze bulaştırdığınız kokulardan arınmak için pata küte yalanıp dururuz.

yalanmaktan yorulan yüreğim uykuya dalarken, guruldandığım son sözlerimi hatırlıyorum;

”belki vardır shakespeare’ in sonelerinden henüz paylaşılmayanı;

sokak kedilerini sevmeyin sakın, alışıyorlar. sokak kedilerini sevin lakin, yaralılar.”

gibi.

 

sevgi,yol,müzik ile.

dilan bozyel

www.dilanbozyel.com (evet aslında fotoğrafçının tekiyim)