KÖY ÖĞRETMENİ

filhakikat_köyöğretmeni

1

Otobüs duraklarına sorsanız doğanın ortasından gidiyoruz: Ağaçlar, tepeler, bağlar, bahçeler, hepsi keşfedilmeyi bekliyor. Binaların arasında görünmez olmuş olmalılar ve bize merakımızı diri tutmamızı öğütler gibiler: Görünen arkasında gizlenmeseydi gerçek, bilim diye bir şey olmazdı.

İnşaatı devam eden binaların tozları cama yapışırken, giderek yakınlaşan ve bu yüzden de birbirini öldürme ihtimali giderek artan bir kitle olarak yoldayız. Bu zorunlu yakınlıktan bunalan yoldaşlarımın protestoya başvurmalarını hayal ederek içime dönüyorum, hayallere sığınmadıkça yol bitmeyecek gibi, insanın içini kurutuyor.

Albeni Üniversitesi’nin durağında iniyorum, üniversitenin tabelası semte hakim. Beton bir meydanın içine kurulmuş göçebe bir pazarın içinden geçiyorum. İlk günlerde bu göçebe Pazar yoktu, buraya beton bir boşluk hakimdi, insanın içinde derin bir boşluk hissi uyandırıyordu. Sonra Pazar geldi: Çadırıyla, tekno ritmli Karadeniz müziğiyle, terayağıyla, peyniriyle, suni deri kemeriyle, cep telefonu aksesuarıyla, karadut şurubuyla, pişmaniye, yumruk oyunuyla, gözleme ve cağ kebabıyla ekonomiye can verdi.

Bu pazarı hor görmemek lazım: Bu Pazar, boş bulduğu her yere üşüşen ve çeşitli formlarıyla farklı coğrafyaların ekonomisine can veren bir birlik. Şehirler arası otobüs duraklarından yazın boş kalmış liselerin bahçelerine her boşluk ve sıkıntıyı sahipleniyor ve kendi müşterisini üretiyor. Sonra bu adı sanı bilinmez kahramanlar başka bir boşluğa geçip oraya ruh üflüyor, oranın ihtiyaçlarını görüyorlar. Ticaretin bu büyüsüne kapılmamak elde değil ama benim oyun bozanlığım pek eskilere dayanır: Peynirlerin ne kadar tozlu olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.

2

İşte buradayım, kaygısızlık mı, kayıtsızlık mı, zorunluluk mu, beni buraya getiren ne tam anlayamıyorum. Ekmek parasıdır diyip iş beğenmemezlik etmedim, akıllıyım deyip iş hor görmedim, uzaktır deyip üşenmedim ama aklıma düşüyor işte, insan nefis sahibi: Ne işim var lan benim burada? Bu, hiçbir şeye evrilmeyen ve evrilmeyecek gibi görünen, bu ham çirkinlik ne? İstanbul’un Mecidiyeköy’üne niye öykünür insan bir yere semt kurarken? Bu yol, bu gözünün feri sönmüş insanlar kim? Bu kermesin içinden geçip de insan ölüm benzeri bir tekrardan başka ne üretebilir?

Bu sefer öbür melek konuşmaya başlıyor, ortaokul yıllarımdan beri ensemi bırakmayan babamdan miras alçakgönüllülük ve toplumculuk dersleri: Öncelikle, kendini bir cacık sanma, bunu sen tercih ettin. Kıçının üstünde durmayan sensin. Hiç mızmızlanma, kendini de çok önemli bir şey sanma. Ayrıca, burada bir şey yaparsan gerçekten bir şey yapmış olacaksın. Domuzluk edip kendini inkar etme, en eski arkadaşlarının, akrabalarının ve geride bırakmaya çalıştığın kuzenlerinin semti de böyle bir semt değil miydi? Ekmeğine bak, çok uzatma, yürü.

Yürüyorum, çok uzun zamandır sürekli bir yerlere yürüyorum. Ayakkabılarım eskiyor, montum farklı yerlerin havasını üstüne alıyor, çantama başka başka polisler bakıyor, korkuyorum, kızıyorum ama yürüyorum. Garip şeyler düşünerek, kendimi düşüncelerime teslim ederek, kendime ve zamana katlanmaya çalışarak yürümeye devam ediyorum.

3

Derse girdim, her zamanki gibi anlattım, sordum, dinledim, tekrar anlattım, kendimi bir otorite olarak hatırlattım ve tekrar anlattım. Öğrencilerle Whatsapp’ın arasına girmek, ilginçtir ders dinleyen öğrenciler tarafından Facebook o kadar da tercih edilmiyor, araya girdiğim noktada beliren anlamsız sorulardan odağı tekrar bilgiye çekmek, kendini pasifliğe delicesine adamış öğrencilerin zihnini canlandırmaya çalışmak labirentlerinden geçtim. Arada öğrencilerin telefonlarını dikizledim, nelere bakıyorlar merak ettim. Bugün de ölmedim, hayatta kalacağım diye boğaz ağrısına tutulmadım. Ders için belirlediğim bir strateji var; öğrencilerde ilerde motto olarak kullanabilecekleri, kısa devre yaratabilecekleri bir mesaj ver. Bunu evir çevir ve tekrar ver. Sen zihnen hayatta kal ki öğrencilerin de hayata karşı bir şansı olsun. Zihnen. Hayat çok zor, suni deriden kemerler, cep telefonu aksesuarları, köy tereyağı ve duygulu şarkılar olmasa hayat katlanılacak şey değil: Derse her girdiğimde akıllı tahtamızda duygulu bir şarkı çalınıyor olur, Murat Boz, mesela ya da ona benzeyen şarkıcılar. Bir gün öğrencilerime Pina Bausch’un dans gösterisinden bir sahne izlettim, gülenler oldu. Ben de elitizme ve incelikli duygulara karşı tepkili bir delikanlıydım; acaba ben de güler miydim Pina Bausch’a? Onların yaşındayken Gorki’den Dostoyevski’ye geçmiştim; ama hala emin olamıyorum, Pina Bausch’un dans gösterisine, bu ne be derdim, muhtemelen, ama güler miydim? Bu sorunun cevabına hazır değilim: Sanırım iki taraf için de bu sorunun askıda kalması daha iyi olacak.

Dersin sonunda belirli bir mesafeye çekilip toplanırken bir öğrenci yanıma geldi. Doğalında gürültücü gençlerdendi ve sözcükleri patlata patlata sordu: Hocam, siz bunları nereden biliyorsunuz, çok mu kitap okuyorsunuz?

Şeytan dürttü, üniversitede birbirimize yaptığımız bir şakaya gittim: N’aparsın, entelektüelim.

Aramızda bir tür “çak” koduydu bu, gimme five, birisi akıllı bir şey söyler ve takdir etmek için, ince gördün kanka, dersin. O da, naparsın, entelektüelim, der. Üstüne yapacağın çeşitleme sana kalmış, eyvallah karşim’den kurban olacağın uzuva birçok alternatif mümkündür.

Öğrencimin cevabı ise beklemediğim yerdendi: Estağfurullah hocam.

Birkaç saniye durakladım. Ne dediğini anlamaya çalıştım. Tekrar kafamda çevirdim. Naparsın entelektüelim, estağfurullah hocam. Tekrar düşündüm, öğrenciye baktım. İstemeden anırarak güldüm.  Öğrenci, ya hocam ya, dedi mi, ben mi uyduruyorum. Aklıma geldi, bir daha güldüm. Çadırın içinden durağa doğru yürürken akşama komik hikaye var diyordum.

Musa Acar