Körelmiş duyguların hikayesi

kevin corrado2

 

Kimi zaman bir bardak su bile kişiliklerimizin açıklayıcısı olabiliyor. Bazıları dolu taraflar gördükçe şükür mekanizmasını devreye sokup huzur bulurken, bazısı dudak payının boşluğuna dahi takılıp mutsuz olabiliyor. Efsane filmlerimden biri de, “The Pursuit of Happyness” … O ve onun gibi bir çok dramda anlatılan şey; yaşanan acılar, çekilen zorluklar, başa gelen talihsizliklere karşın, sürekli mücadele etmenin sonunda mutluluğu getireceği değil, mutlu anların sayısını arttıracağıdır. İşte böyle filmler, kişisel gelişim kitapları, danışabileceğin bir büyük hep insana şöyle şeyler söyler “inanırsan olur bence” “bir hedefe ulaşmak için çok çalışırsan başarabilirsin” “umuuuut gel oğlum” vesaire vesaire…

Bu motivasyon, insana anlatılmış en büyük masallardan biri belki. Koşan köpeklerin önüne koyulmuş en tahrik edici tavşan, verilmiş en büyük havuç… Gerçek hayatta gördüğümüz, herkesin başarabileceğine inandırıldığı fakat sadece bazılarının başardığı… Binlerce sporcu yıllarca çalışır, aralarından sadece bir tanesi altın madalya kazanır. Onbinlerce genç siyasi bilimler okur, ancak çoğunun ülke yönetimindeki işlevi dağdaki çobanın oyuyla eşit sayılmaktan öteye geçmez. Çoğumuz ünlü olmak isteriz ama olamayacağız. Sıradan kişiler gibi yaşayıp, aynı sıradanlıkta insanları sevip, gayet sıradan işlerde çalışıp, sıradan kişiler olarak da ölüp gidecek, en özellerimiz bile. Hem de sırf ona dikte edilen çalışmaya, başarıya, gerekeni gerektiği kadar yapma kavramlarına uygun hareket etmediği, mantık değil, his temelli davranıp, bu toplum medresesi görünümü verilmiş kast sisteminde, kendini bir üst sınıfa taşıyacak notları alamadığı için.

by kevin corrado

Üniversitede bir kızdan hoşlanırdım. Aynı trene binmek için istasyona gider, saatlerce gelmesini beklerdim. “vizeyi, finalde… Finali, bütte kurtarırırım” düşüncesine kendimi inandırıp, sınavlara gitmediğim günler oluyordu. Bu gibi nedenler ve her türlü minareyi içinde barındıracak uygunlukta kılıf sayesinde, berbat bir okul hayatım oldu. Şu an yazarken bile kendimden iğrendim. Neyse ki geçti, evde olmuş gibi gözüken fakat okula gidince bi boka benzemeyen ödevlerle dolu el işi dersleri, dönem ödevleri, sömestr kırıkları, bitirme tezleri hepsi verildi…

O kızla sonraki 10 sene farklı koşullar altında görüşmeyi sürdürdük. Birbirimizden hoşlandığımız, ilişki için uygun açıyı yakaladığımız, “bunu yapmamalıyız”diyerek, yaptığımız her neyse bıraktığımız tuhaf anlarımız oldu. Sonuncusunda da uzun yıllar benden nefret etmesini sağladığım bi haltlar karıştırmıştım.

Sonra bir gün görüştük yine. Hayat, gonga duyarlı boks hakemi gibiydi bizim hikayede. Vakti geldiğinde ortaya çağırıyor, bir süre birbirimize sarılmamıza göz yumup, “ayrılın!” diyerek yeniden yumruklaşmamızı istedikten sonra, eğer hala sağ ve ayaktaysak köşelerimize gönderiyordu. O dönem koca koca boşluklarım olduğundan, pişman pişman, hayran hayran, meraklı ve telaşlı bir ruh haliyle içimdeki geniş krateri onunla doldurabileceğimi hissettim. Çok geçmeden öğrendim ki, hayatında birisi var. Kendinden yaşça büyük, eşinden boşanmış, çocuklu bir adam… Nazik, kibar, hassas… Hoş sohbet, olgun, kültürlü… Aslında bir prensesin neler hissettiğini bilmem ama, ona kendisini prenses gibi hissettiren biri. Hem pilottu, hem doktor… Belli ki sınav saatlerinde istasyonda bekleyerek heba edilmiş bir geçmişi yoktu.

“Çalışırsan istediğini alırsın. Hatta çalışırsan başkalarının istediğini de alırsın. Hatta ve hatta çok çalışırsan başkalarının bir şeyler isteme hakkını bile ellerinden alırsın” düzleminde giden dünya için ruh dediğin, statü kabının şeklini alan bir sıvı aslında. Ruhum, duygularım beni böyle yönetti. Mantığın tavsiye ettiği ana yollardan, izlenmesi gereken tabelalardan çıkıp kestirmeden gitmişliğim de oldu, Konya ovasında mayına basmışlığım da… Kimsenin görmediği manzaralarla karşılaştırıp hissedilmemiş duyguları da tattırdı, direksiyon başında uyuyakaldırıp şarampole de yuvarladı…

Fakat duygulara inancım, her geçen gün biraz daha köreliyor. İnsan ilişkileri, görmezden gelinmek, kendi içinde özel, dışarıdan sıradan sayılmak, beni mantığın, etrafı kullanma sanatının, taktik savaşlarının kölesi yapıyor. Ve içimde iki şeye karşı öfke dinmiyor; biri bu “düzen”… Diğeri beni elimden, kolumdan, bacaklarımdan tutarak karşı koymamı da, en azından zevk almak için, gözlerimi kapatmamı da engelleyen, farkındalıklarıma…

Özgür Keskin

3 comments to “Körelmiş duyguların hikayesi”
3 comments to “Körelmiş duyguların hikayesi”
  1. yazınız güzel olmuş keşke dememek için kendimi zor tutuyorum..ama ne olursa olsun duygulara inanmamak gerekiyor duygular gelip geçeci…

Comments are closed.