İstifa

Bu yazıyı tabii ki herkes istifa etsin ve İzmir’e yerleşsin diye yazmıyorum. Zaten Çeşme’de 3-5 İstanbul plakalı araç görünce bile Çeşme babamın malıymış gibi triplere giren İzmirlilerdenim, beni de, bizi de böyle sevin.
“Ne biçim de bırakıp geldim, nasıl da muhteşem bir insanım” vurgusu yapmak için ise hiç ama hiç yazmıyorum.
İstanbul vs İzmir karşılaştırması da değil bu (belki aralarda olabilir emin olamadım şimdi – yok, yok; kesin kayar o yöne).
Bu aslında “Hayatı ve kendimizi bu kadar ciddiye almak yerine isteklerimizi biraz daha ciddiye mi alsak?” mesaj içerikli bir yazı olacak özetle.

İzmir’e taşındığım ilk gün o kadar çok mesaj ve telefon aldım ki, İstanbul’daki son zamanlarımda hayatımın her bir köşesine mayın yerleştirip yerleştirip patlatmakla aşırı meşgulken, sevdiğim bir sürü insana sebeplerimi anlatma vakti bulamadığımı fark ettim.

Şöyle başladı; “Ben neden bekliyorum ki, 3, 5, 10 sene beklemesem de hemen gitsem ne olur mesela?” diye kendime sorduğum bir akşam aynada kendimi gördüm, bir daha, hatta bir daha baktım, gözlerimin ne kadar parladığına inanamadım. Böyle animelerin ağlaması gibi ama gözlerimden yıldızlar çıkıyor gibi. Ne biçim de güzeldi. Sonra yemek yaparken ıslık çaldığımı fark ettim. O kadar, aynı akşam İzmir’de tanıdığım herkesi arayıp “Hiçbir şey umurumda değil, bana ne, geliyorum ben, bu yazı kaçıramam.” dedim.

Neden istifa ettim, neden 11 yıl boyunca biriktirdiğim sevdiğim/beni seven insanları bırakabildim, neden sahip olduğum her şeyi terk ettim gibi soruların aslında tek bir cevabı (ama bir dolu da etkeni) var.

Tek cevap:
ÇÜNKÜ ÖZÜMDE TAM BİR KEYİF PEZEVENGİYİM.
Çeşme, Ilıca, Foça, Urla, Kuşadası, Şirince, Chios, Samos gibi yerlere 1-1,5 saat uzaklıktayken ne işim olsun İstanbul’da? Neden “long-weekend” peşinde koşayım daha fazla?
İstanbul’da koştur koştur bir hayata ne gerek var ki, nereye/neden koşturuyoruz, neden hep acelemiz var? İzmir’de ana aktivite olan “oturmak” (sahilde/balkonda oturmak/Kordon’da çimlerde oturmak) duruyorken?

Asıl sebep bu işte, keyfimin kâhyası olmam, denize, maviye, dalga sesine aşık olmam. Kahvaltı sonrası elimde sadece havluyla, üzerimde plaj elbisesiyle evden çıkıp, akşam yemeğine eve geri dönme rahatlığını, hatta gündüz Yunan adasında akşam Kordon’da olabilme imkanını her an yaşayabilmek istemem.

Bir kere zaten ben hiçbir zaman İstanbullu olmadım. Ben hep sokakta yürürken, metro/metrobüsle giderken çıkarıp kırmızı rujunu kimseyi umursamadan sürebilen “kesin İzmirli” kadın oldum.
Ben olmayayım kim olsun? Ben mini etekle bisiklet sürerken, karşı yönden gelen erkeklerin sadece “insan” olduğum için gülümseyip, başıyla selam verip geçmesine alışkınım. Ben hep İzmir’e kaçıp kaçıp geldim, uçağım İzmir’e her indiğinde kalbim daha bir hızlı attı, öyle bir İzmir sevgisi. İstanbul’un kaldırımlarında yürürken hiç ait hissetmedim kendimi İstanbul’a, İzmir ise, hep “benimdi”.

İzmir’e taşınacağımı açıkladığımı söylediğim arkadaşlarımdan gelen tepki örnekleri şöyleydi:
-“Nereye gidersen git, seni seviyorum.”
-“Ne var bu kodumun İzmir’inde?”
-“Neden, işini mi sevmiyordun, yolunda gitmeyen neydi?”

Son tepki örneğine gelelim:
Hayır, yolunda gitmeyen tek bir şey bile yoktu.
Sabahlara kadar muhabbet edebileceğim, elimi asla bırakmayan bir dolu insan vardı.
“İstanbul’da yaşamaya devam etsem, buradan emekli olurum.” dediğim, 16:45’te mesainin bittiği bir işim vardı. Evet stresli anlarım da vardı, ama neticede her sabah kapısından girerken şükrettiğim bir işti.
Pinterest’ten çıkmış gibi özenle döşediğim ve aşık olduğum bir evim vardı.
Canımın istediği gibi yaşayabildiğim, 20’li yaşlarda bir insanın sahip olabileceği en güzel hayatlardan biriydi işte. O hayatı elde etmek için de çok uğraştım, deneye yanıla, düşe kalka, artık düşmemeyi öğrendiğimde anladım ki, düştüğümde kalkıyorsam yeni kapılar açmam için diğerlerini kapamam, yani düşmem gerekiyor.

Tam da her şeyin çok güzel olduğu bir dönemde bırakmak istedim, bilerek, isteyerek.
İnsanlara olduğu gibi, şehirlere de kırgın olunmamalı bence ayrılırken.
Yıllar sonra, eski hayatımı hatırladığımda gülümseyebileceğim bir şekilde, derli toplu bırakmak istedim. “Keşke hayatımda şu olsa” dediğim bir durum olsa, muhtemelen beklerdim.

İstanbul’u da, İzmir’i ve İzmirliyi de İstanbul’da yaşarken öğrendim ben.
Ailelerimiz, arkadaşlarımız, sevgililerimiz ve işlerimiz kadar, yaşadığımız şehirler de bizi şekillendiriyor, farkında değiliz. Ben İstanbul’da yaşadığım yıllarda daha asansör gideceği kata varmadan kapısını zorlayan aceleci ve sabırsız bir insana dönüştüm mesela.

İstanbul-İzmir karşılaştırması yapmayacağım dedim ama, en kolay şekilde karşılaştırmalı bir örnekle anlatabileceğim ve bana İstanbul’da fenalıklardan fenalık beğendiren şöyle bir konu var;

İstanbul’da arkadaş buluşmaları/tanışmaları:
-Naber? ‘İş’ nasıl gidiyor?
-Tanıştırayım X, bu da Y; Z şirketinde çalışıyor o da.
İş çıkışı ve haftasonları arkadaş çevresindeki konuşmaların yüzdesel oranı: %70 iş, %20 trafik, %10 olması gereken muhabbet.

İzmir’de birbiriyle yeni tanışan ve aynı ortama gelen insanların iş konuştuğunu görmedim yıllardır. Hayatı konuşuyor insanlar. İzmirli arkadaşlarım yıllardır ne iş yaptığımı sormadılar, istifa edeceğimi söylediğimde “Sen tam ne yapıyordun ya?” soruları gelmeye başladı. İşte bu ya, işte bu!
Bu bile İstanbul’un içimi bayması için yeterli bir sebep, ben göründüğümden daha da gebeş bir insanım çünkü. HAYAT EŞİTTİR İŞ DEĞİL, BİZ ÇALIŞTIĞIMIZ ŞİRKETLER DEĞİLİZ, POZİSYONLARIMIZ/STATÜLERİMİZ ETİKETLERİMİZ DEĞİL. Biraz ciddiyetsiz olabilir misiniz, İstanbullular? Bu kadar iş odaklı yaşayınca terfi başına en fazla %20 zam alıp, mesaiye kalma oranının da en az %20 arttığınının farkına varalım mı biraz? Hayat yerine Linkedin profillerinin afilli görünmesini tercih eden varsa, ona saygı duyarım, o ayrı. Ben kimsenin işiyle ilgilenemiyorum, deniyorum bazen gerçi ama olmuyor. İnsanları en çok gözleri parlayarak sevdikleri şeyleri anlatırken seviyorum; gezdikleri-gördükleri yerleri, sevdikleri erkekleri/kadınları anlatırken. Bence kimse de benim işimle gücümle ilgilenmesin, boş boş konuşalım, ağız ayıra ayıra gülelim, yaşayalım gidelim.
11875356_954351761274960_1147272921_n

İzmir’de insanların en baştan “sen” diye hitap etmelerine bayılıyorum ben. Kimiz ki ya biz, birbirimize neden “siz” diye hitap ediyoruz?
Neden çok önemli insanlarmışız gibi “to-go coffee” siparişleri veriyoruz? Evet, İzmir’de bir cafe’de bunu yaptım, kısa bir South Park sessizliğinin ardından “Karton bardak mı? Olur yapalım” cevabını aldım ve kendimden çok soğudum.
İzmir’e haftasonları kaçıp kaçıp geldiğimde ailemin camdan bakıp Ege Üniversitesi önünde 5-7 ‘hareket halinde’ araç görünce “Ay çok trafik var, arabayla gidilmez şimdi, yürüyelim istersen?” cümleleriyle hep çok dalga geçtim. Sonra her dönüşümde, İstanbul’a 50 dakikada uçup 2,5-3 saatte eve/ofise varabildiğimde nefessiz kaldım. Dalga geçilmesi gereken “az trafiği çok trafik sanma naifliği” değil ki, İstanbul’daki trafik aslında. İstemiyorum. Bu kadar. Gündelik hayatımın parçası olsun istemiyorum trafik. Trafikte kaldığım için kitap okumak istemiyorum. Trafiksiz hayatta çok vaktim olduğu için doya doya kitap okumak istiyorum.

Sonra, o kadaaaaaar milyon nüfusluk şehir olmaz olsun, nefes alamıyorum kalabalıktan ben İstanbul’da. Çok, çok kalabalık, manyak mıyız biz, neden onca insan bir şehre doluştuk?
Değiliz tabii, koskoca ülkede tek bir şehirde iş imkanı var ve biz de maalesef o koskoca ülkede doğduk, yapacak bir şey yok.
Hadi doluştuk, neden kaldık? “Tamam da iş yok başka yerde”, değil mi? Değil. O konuda yapacak bir şey var işte. Başka şehirlerde iş (bence) var, ama “statü” yok. X specialist, Y manager, Z leader olmuyoruz oralarda değil mi?
Burada bir şartlanma var, “Güzel güzel okullarda okuduk, çok havalı şirketlerde çalışmalıyız” (Ama durmadan şikayet etmeli, asla da ‘comfort zone’larımızdan çıkmamalıyız) şartlanması var.
“Aaaa taşınıyor musun, okuduğun ettiğin boşa mı gidecek şimdi?” gibi tepkiler de aldım.
Boşa gitmez hiçbir şey, her şey insanın kendisine yatırım. O güzel güzel okulları, seçmediğimiz hayatları yaşayalım diye okumadık. Hayat seçebilelim diye okuduk.
Ben İzmir’de “X mezunu”, “X, Y, Z Title”ı olan insan olmak istemiyorum. NO NAME bir insan olayım, hayatıma girecek insanlar beni tanıdıkça kendileri sıfatlar seçsin benim için istiyorum.

Bir de, sınırlarını beynimde çizemediğim bir şehir çok yorucu. Ben o çirkin plazaların ardını göremeyince arkalarında kara delik var gibi hissediyorum. Neredeyim bilmek istiyorum; gittiğim şehirlerde/adalarda bile yerimi yönümü anlamak için günde 20-25km yürürüm. Alsancak’ta bu yüzden nefes alabiliyorum sanırım; görebildiğim yerin biraz arkalarında şehir bitiyor. Kara delik yok, güvendeyim. Haritada Uganda’yı gösteririm ama Çıksalın falan gibi yerler var, otobüslerini görürdüm. Neredeler mesela oralar, öğrensen neye yarar? Öğrenmesen kendi yaşadığın şehirde ait hissetmezsin, öğrenmeye çalışsan ömür biter.

Kalabalık, mesafe vs derken en yakın arkadaşlarımdan evleri nerede, nasıl yerlerde yaşarlar bilmediklerim var. Öyle şey mi olur ya, arkadaş bu, bütün hayatını bilmeliyim, bütün hayatımı bilmeliler.
Birbirinin hayatını bilmeyi bırak, “Kaç kere görüşebiliyoruz ki?” konusu var. Trafik, koşuşturmalar o kadar akıl almaz derecede ki, birbirimizden 1-3 hafta öncesinde “randevu” alır halde geldik. Doktor randevularını 1 gün öncesinden, arkadaş görüşmelerini 1-3 hafta öncesinden ayarlamak ne demektir? Hadi buluşma ayarladın, “Karaköy mü olsun, Bebek mi? Yok orada trafik olur. Levent mi, Nişantaşı mı? Yer bulamayız kesin orada. Beşiktaş mı? Galata da olur bak. Etiler de uyar aslında.” safhası başlıyor. Sıkılıveri’yom’. Az görüşünce de, insan “hayat paylaşmıyor”, “update görüşmeleri” oluyor. Görüşülemeyen zamanlarda neler olduğunu sırasıyla herkes anlatıyor, sonra bitiyor. Aslında bitmiyor, bireyselleşme başlıyor. Tamam bireysel olmak (yine bence) güzel bir şey, güçlüsün falan filan. Ama İzmir’e taşınmadan önceki hafta yaptığım deneme sürümü 10 günlük İzmir süresinde, eve giderken ‘3 tane’ erik alıp, eve gidince ayıp ettiğimin farkına varıyorsam güzel değil. Ya da annemin “Kızım sen dün sadece 1 tane soğan almışsın galiba, biz alınca 1 kilo falan alıyoruz, yalnız yaşamaya alışmaktan herhalde” cümlesi şakaysa komik tabi ama ciddi olduğu için hiç komik değil.

Son olarak, etrafımdaki çoğu arkadaşımın “Ne kadar çok geziyorsun, gitmediğin hangi ülke kaldı?”, “Sinir oluyorum sana, seni instagramdan/facebooktan sileceğim artık bak, ne zaman baksam başka bir ülkedesin.” konusu var. Ben onca yeri, check-in yapıp, güzel fotoğraflar koymak için gezmedim. Kendimi dinlemek ve tanımak, hem gezdiğim yerleri anlamak, hem de ait olduğum yer ile karşılaştırmak, hayatta ne istediğimin farkına varmak için seyahat ettim hep. 40 yaşıma geldiğimde değil, daha 28’ime ayak basmadan hayatımı şekillendirmek, hayallerimi keşfetmek, hayal kurmanın gerçek gücünü kendime kanıtlamak istedim.
Anladım ki, İstanbul sokaklarındaki asık suratlı/telaşlı, asla tatmin olmak bilmeyen, şikayet etmeyi alışkanlık haline getirmiş insanlar değil [[Parantez: Yalnızsa yalnızlıktan, sevgilisi/eşi varsa sevgilisinden/eşinden, işinden, yeni iş bulunca eski işinde yaşadığı sıkıntıları hemen unutup yeni işinden, ortalama bir işi varsa daha iyisinin olmamasından, çok iyi bir işi varsa bile 5 dakikada bir terfi alamamaktan, parasızsa parasızlıktan, parası varsa çok çalışıp kendine vakit ayıramamaktan şikayet eden İstanbul insanı beni biraz yormuş olabilir. Genellemek istemiyorum ama şehirlerin insanlar üzerindeki etkisi derken bundan bahsediyorum. Çağla badem çıktı diye mutlu olan insanların şehrine bu yüzden döndüm. Ünlem: Herkesi böyle de seviyorum ama biraz şükretmeyi deneyebilir misiniz, biraz?!]] İzmir sokaklarındaki küçük şeylerle mutlu olan, gülümseyerek ve yavaş yavaş yürüyen insanlar mutlu ediyor beni. Milyarlarca imkanın olduğu ama hiçbirinden faydalanamadığın şehirler değil. Küçük bir dünyanın olduğu, palmiyelerle dolu şehirler insana huzur veriyor. Günbatımı izlemek, “Bebek’te bilmem ne açılmış oraya gidelim”den (gidelim de 2 yumurtaya, 2 parça peynirlik kahvaltıya 70TL bayılalım – çünkü sanki bana bir havyar) çok daha önemli benim için. İstanbul’da günbatımı izleyemedim ben, nereden göreceğim ve neden uğruna bilmem kaç saat trafik çekeceğim zaten?
Her Allah’ın günü; spora gidersem, arkadaşlarımla yemek yiyemem, arkadaşlarımla buluşursam, kitap okumaya vaktim kalmaz gibi kararlar almak zorunda kalmaktan çok ama çok yo-rul-dum. Hayatımın bir strateji oyununa döndüğü hissine kapılmaya başladım.

İşte bu sebeplerden bırakıp geliverdim arkama bakmadan, içimde hiç burukluk hissetmeden.
İki kez deli gibi ağladım; biri kararımı verdikten sonra bir gece uyanıp odamdaki sarı perdelere baktığımdaki “Ama ben sarının doğru tonunu tutturabilmek için iki kez perde değiştirmiştim” ağlamasıydı. Onda da uyku sersemliğim geçince ve perdelerimi de götürebileceğimi akıl edince susup geri uyudum.
Diğeri de, “hava trafiği yüzünden” (İstanbul’un son şakası) 2,5 saat geç kalkan uçağımdan sonra, İzmir’e kesin dönüşün ardından gece gece eve yürürken, “Bu karar benim kararım, hiç kimseden yardım istemeden her şeyi (eşya taşımak/satmak/atmak/ev boşaltmak) tek başıma halledeceğim” inadımdan ötürü yorgunluktan ve uykusuzluktan artık kemiklerimin ağrımasına rağmen “Artık ait olduğum şehirdeyim, bir sene sonra hayatımda kimlerin, nelerin olacağını bilmeden sıfırdan başlayabilirim, hayalini kurduğum hayattayım, istediğim kadar palmiye ve dalga sesi, izlediğim kadar günbatımı bu şehirde” ağlamasıydı.

Kıps.

Çiğdem Tura

One comment to “İstifa”
One comment to “İstifa”
  1. çok güzel yazmışsınız. yalnız bu yazıyı okurken “ne kadar doğru söylüyor lan” diye düşünüp 10 saniye sonra etiketvari yüzeysel yaşamlarına dönecek olan yığınla insan var. ben de zamanında ani bir karar vererek istanbul’dan izmir’e döndüm. ve o zamanlardan beri izmir ile istanbul arasında ne fark var diye soranlara ilk verdiğim cevap şu olmuştur; istanbul’da insanlar koşuyor, koşarak yürüyor, hem de hiçbir işleri olmadığı günlerde bile…izmir’de ise insanlar yürüyor, sadece yürüyor..

    istanbul’da yaşayan çoğu insan var olan döngüye girdikten sonra, bunu kabul edilemez görseler bile, bir süre sonra tuhaf şekilde buna alışıyor ve monoton şekilde devam ediyorlar. ve bunun nedeninin sadece daha fazla para kazanmak ya da kariyer inşaa etmek olmadığını düşünüyorum. bu izole ve bireysel yaşamlar insanları birçok sorumluluktan kurtarıyor ve kendilerini daha rahat hissetmelerini sağlıyor. rahat ama depresif. rahat ama huzursuz. rahat ama şikayetçi. rahat ama mutsuz… kendi kendilerinin ayağına sıkıyorlar her gün ama bunun farkında değiller.

    “yaşam çok kısa” klişesine girmek istemiyorum ama yaşam istanbul gibi insanı huzursuz bir döngü içine hapseden o yapıyı kabullenmek ve devam ettirmek için gerçekten çok kısa..

    kimse kabul etmek istemiyordur belki ama yaşadığınız şehir sizi ele geçirir. farkında olmazsınız. kanser hücresi gibidir. yayılır.. ben gibi daha önce izmir’de yaşayıp sonrasında istanbul’a gitmiş insanların çoğu zaten istanbul’da yapamıyor ya da yapsalar bile diğer insanlara göre çok daha fazla zorlanıyor. istanbul’da doğup büyümüş ve oranın havası ile yaş almış insanlara bir şey söylemek yersiz olabilir ama sırf para ve kariyer için yaşadıkları yeri terk eden insanların en kısa zamanda bazı şeylerin farkına varmalarını ümit ediyorum.

    çalışmaktan, kalabalıktan ya da mesafelerden dolayı istanbul’da sahile bile inemeyen insanların ne zaman istanbul konusu geçse “ama denizi, o atmosferi..” gibi saçma sapan cümleler sarfetmesinden de çok sıkılmış biriyim.

    istanbul öyle bir şehir ki, o sahile birazcık hava almak ya da manzara izlemek için indiğinizde bile içinize oturmuş huzursuzluk sizi esir alıyor. tabi birçok kişi bunun da farkında olmuyor.

    ayrıca, istanbul’da 5000 lira kazanmak ile izmir’de 1500 lira kazanmak hemen hemen aynı. istanbul’da hiçbir şeye para yetirmeniz mümkün değil ve bir şeyleri ucuz temin etmek için çok fazla araştırma yapmak ve belli bir çevreye sahip olmak gerekli. izmir’de ise her şeyin ucuz ve kaliteli olanına ulaşmak son derece kolay ve kafanızda geçim sıkıntısı denen hede daha az yer tutuyor, şayet minimal yaşama farkındalığına sahipseniz..

    izmir, huzurlu yaşam sürmek için ideal bir şehir. başka şehir ve kasabalar da var, benzer etkiyi yaratabilecek.. ama istanbul ya da ankara ölene kadar stres altında olacağınız şehirler, hem de kariyer ya da fazla para kazanma endişeniz olmasa bile… sokakta her anlamda rahat yürüyemediğin bir şehirde huzursuz hayat yaşamaya mahkumsundur.

Comments are closed.