İHTİŞAMA DOYURAN KENT: ROMA

fft99_mf3505652

İtalya’nın insanlarının halet-i ruhiyesine dair en önemli bilgiyi Roma’da beni Arco de Travertino’dan şehir merkezine götüren belediye otobüsü sayesinde edindiğime inanıyorum. Hayır, size “doğru dürüst bilet kontrolü yok ama herkes muntazam biletini basıyor” demeyeceğim. Medeniyet kılığına girmiş panoptikona karşı yurttaşlıkların gündelik sinsiliklerini överim ben, bir özgürlükçü olarak bunu savunmam gerekir.

Gene de size, Arco de Travertino ile Termini arası yol yapan bu otobüsü anlatacağım. Anladığım kadarıyla havalandırma kapağı tam kapanmadığı ya da camlar yerine tam oturmadığı için bu otobüs yüksek sesle şangırdıyordu. Otobüs yollarda hopladıkça camlar üstümüze patlayacak gibi geliyordu. Romalılarsa sakindiler, bu otobüsü kanıksadıkları her hallerinden belliydi, öyle ki 90’lar teknolojisinin standart bir ürünü havası estiren bu otobüs günün birinde şangırdamaya başlamış ve ilk başta hızla yükselen bir iki Romalının itirazı aynı hızla buharlaşmıştı. Yılların kayıtsızlığı, otobüsün bir parçası olmuş, her gün aynı yoldan işe gidip gelen bir ihtiyar gibi otobüse yerleşmişti.

İşte bu şangırtı ve otobüsün bu kendi haline bırakılmışlığı, bana Romalıların kim olduğuna dair bir gizemi aralayacak gibiydi. Avrupa kentlerinde yaşayan insanların çoğu gibi Romalılar da rahatlıktan nasibini almıştı: Bizim uğruna romanlar yazdığımız huzur, onların gündelik kıyafetlerinden ve otobüste boş boş oturmalarından dışarı taşıyordu.

Her modern turist gibi biz de öncelikle Aşıklar Çeşmesi’ni ve İspanyol Merdivenleri’ni ziyaret ettik: Çoğu modern turist gibi ben de yurtdışı seyahatlerimi belirli insanlarla birlikte yapıyorum, yalnız başıma Avrupa’ya gidip gezecek bir tip değilim. Yolda durup bir şey atıştırdığımız börekçi tarzı mekanda bize servis yapan genç eleman birdenbire televizyonda belirdi. Meğerse bir şarkıcıymış, internet üzerinden alışveriş hakkında yaptığı şarkının klipleri televizyonda dönüyormuş, Filipin’e konsere gittiğinde halkın yoğun ilgisinden dolayı dört korumayla gezmesi gerekmiş. Mekanın adı Num Num Style, ya da böyle bir şey, işte o danslı şarkıya atıfta bulunuyor, çeşmenin hemen dibinde ve kruvasanı güzel. Elemanın adı da Fabio, çok bir olayı yok; ama ne olursa olsun biraz önce yüzüne baktığın kişiyi birden televizyonda şarkı söylerken görmek, en azından benim için, hala büyüleyici.

Öğlen yemeğindeyse İspanyol Merdivenleri’nin oradaki ünlü makarnacı Pastificio’dan makarna yedik. Buradan bütün turizm neferlerine sesleniyorum: Lütfen bir yeri aşırı övmeyin. Çok güzelse de övmeyin. Daha öznel tabirler kullanın, “biz çok memnun kaldık” gibi. Zira çok övülen Pastificio’dan ince bir hayal kırıklığı ile ayrıldık. Makarnanın hamuru kalın ve lezzeti orta karar; ama Roma’ya göre makul bir fiyatı var. Gene de daha fazlasını, çok daha fazlasını bekliyorduk. Ancak Medici ailesinin evi, buradan Borghese Gallerisi’ne giden yol, buradaki göl, buralarda yürümenin keyfi, işte bunlar insanı tekrar yükseltiyor. Borghese Evi yöresine gidin. Yazın Roma çok sıcak, şehrin her yerinde su olması bunu biraz daha katlanılır kılıyor, ama Borghese’lerin evi, oradaki yollar, yeşillik, göl bunlar insanı serinletiyor, bir hava aldırıyor. Bu yolda küçük ve sevimli bir de sinema var, anlaşılan hala film gösterimleri yapılıyor.

borghese

Yeterince modern bir turist olamadığımızı, bu konuda hiçbir zaman çok iddialı olamayacağımı ise Borghese Gallerisi’ne rezervasyon yaptırmadığımızı fark ettiğimde anladım. Sorsan Caravaggio olsun, rönesans olsun, hepsine merak bin beş yüz; ama eylem yok. Özellikle Vatikan ve Floransa’da bulunan Uffizi Galerisi gezisinden sonra, yani sanata bayağı bir ısındıktan sonra, buraya rezervasyon yaptırmadığım için çok pişman oldum. Siz yaptırın. Sanattan anlamadığınızı düşünüyor olabilirsiniz, gene de gidin bakın, kasmayın ama ciddi ciddi bakın. Aptal olmak için bütün duyargalarını kapatmışlardan biri olmak için kasmayın yeter. Zira sanat sizden anlar.

Sonrasında ise Kolezyum’u ziyaret ettik. Kolezyum’un ne kadar önemli, etkileyici ve güzel olduğuna dair bir sürü nota yeterli sayıda fotoğrafla birlikte çeşitli gezi blog’larında ve TripAdvisor’da rastlarsınız, o yüzden bir de ben size övmeyeyim. Ancak, Kolezyum’da Sikladik sanat eserleri de barındıran bir sergi vardı ve Atina’da sikladik sanat müzesini ziyaret etmediği için -sonradan, çünkü kültür sağ olsun bana hep geç gelir- pişman olan ben bu eserleri görünce ekstra mutlu oldum ve RomaPass’a verdiğim paraları sanki biraz daha çıkarmış gibi hissettim. Roma’da müzeler pahalı, bunu önceden kabul edip gitmek en iyisi. RomaPass alırsanız üç gün boyunca sınırsız metro ve otobüs hakkınızla beraber iki müzeye de giriş yapabiliyorsunuz; fiyat-performans paritesinde fena bir tercih değil. Ayrıca Kolezyum’la beraber Roma Forumu’nu ve Palatin Tepesi’ni de geziyorsunuz; bu da Avrupa’da da olsa hesap kitabı bir kenara bırakamayan benimki gibi bünyelere bir taşla birkaç kuş vurmuş coşkusu yaşatmıyor değil.

Roma’da nerede ne yenecek mevzusunda birtakım hesaplar yapmak gerekiyor: Servis ücreti var mı, kişi başı ne kadar, işte yiyecekler içecekler ne kadar vesaire. Eğer, bunları düşünecek kadar fakir değilim diyorsanız ne ala. Ancak bir bütçe hesabı niyeti varsa, bu değişkenleri bir arada grup halinde düşünmek zor olabilir, kan şekerine yenilmeyin, sakin olun, önleminizi en başından alıp makul talepleri uygun şekilde dillendiren insanlarla seyahat edin. Her şeyin en iyisinin çevresindekiler tarafından ona sağlanmasının zorunlu olduğunu düşünen arkadaşlarınızla yalnızca yurt içi, hatta şehir içi seyahatler yapın. Bizim ekip bunu iyi atlattı diye düşünüyorum, benle görüşmeye devam ettiklerine göre sanıyorum ki büyük bir inkar içinde de değilimdir.

Ertesi gün Vatikan güzergahıyla devam ettik. Çağımızda müze gezmek isteyenlerin bir diğer anahtar sözcüğü “online rezervasyon” olmalı – kuyrukları daha hızlı aştıran o sihirli sözcük, onsuz bir tatil düşünülemez. Sistina Şapel’de yaklaşık iki dakikada bir duyulan sessiz olun çağrısı belirli bir yabancılaşma hissi veriyor olsa da, San Pietro Meydanı’nda sonlanan bu rota insana ihtişam ve görkem neymiş öğretiyor.

San Pietro’yu arkanıza alıp o uzun koridoru yürümeye cesaret ederseniz Angelo Kalesi’nin eteklerine varacaksınız. Burada bir çay bahçesi havası yakaladıktan sonra akşamüstünü değerlendirmek için kaleye çıkabilirsiniz; ancak Kolezyum ve Borghese Gallerisi RomaPass’tan yararlanıp gireceğiniz iki müze ise, geçmiş olsun, buraya 10 buçuk Avro ödemek durumundasınız. Ya da çıkmayıverin canım, ne olacak. Borghese Gallerisi’ne gitmediğimiz için biz girdik, Türkçe konuşan birtakım şımarık çocukları, Türkçe konuşan çocuğuna İngilizce bir şeyler anlatan garip anneyi geçtikten sonra kalenin en tepe noktasında çok güzel şehir manzaraları var. San Pietro Meydanı’nın da tarihi köprünün de birbirinden güzel hallerini görmek mümkün.

Oradan tarihi köprüyü geçip Nuovo Meydanı’na doğru yürürken Moda Okulu’nun etrafında Avrupa sinemasına uygun kafelere ve çeşitli sempatik tasarım ürünler satan dükkanlara rastlayacaksınız. Instagram filtreli romantik fotoğraflar çekmek isteyen, ben şehrin ara sokaklarını severim diye poz kesmek isteyenlerin keyiften dört köşe olacağı bir bölge burası. Eski evler, merdivenler, dar sokaklar, sarmaşıklarla bu mahalle güzel bir bölge.

Roma_Vittoriano_Sera1

Bu yolun devamında ise Nuovo Meydanı ile karşılaşıyorsunuz: Avrupa’nın büyük ve yaşayan meydanları, işte benim en çok sevdiğim şey. Buralarda oturup aylaklık yapmak, düşüncelere dalmak, insanları izlemek ve sohbet etmek: Bir şehrin insanın içine iyi kötü nüfus etmesi buralarda oluyor bana sorarsanız. Resim yapanları, maske bile kullanmadan sprey boya ile resim yapıp satmaya çalışan mültecileri, yelpaze yapan genci, biraz ilerde Comfortably Numb çalan gitar ikilisini geçip, bir çeşmenin dibine çöküyoruz. Sonradan Romanyalı olduğunu öğrendiğimiz müzik grubu, keyifli, güzel bir müzik çalıyor, birçok tanıdık şarkı da var bu listede. Burada günü geceye bağlıyoruz, çok keyifli birkaç saat geçiriyoruz. İspanyol Merdivenleri’ni bir de gece görelim hevesiye yukarı doğru yürümeye başlayınca, Roma’nın birbirinden turistik dükkanlarını görüyoruz. Roma’nın alışveriş kalbi burası, Pinokyo Dükkanı, seramik saatçi, çeşitli kafe, bar ve restoranlar, Parlemento Meydanı’nın yanındaki dondurmacı, hepsi buralarda. Parlemento Meydanı’nın yanındaki dondurmacıya, ki çok ünlü ve birçok rehberde yerini almış, gündüz uğramanızı tavsiye ederim, gecenin kalabalığını ve sırasını aşmak bu şekilde mümkün olabiliyor.

Ertesi gün ise güzergahımız Panteon, burası hem Eski Roma hem de Hristiyan mimarisini bir arada barındırıyor. Panteon’u da gördükten sonra yavaş yavaş ihtişamı, mimariyi ve Roma’nın açık hava müzesi halini kanıksamaya başlıyoruz. Canımız başka şeyler yapmak istiyor, serbestçe salınmaya başlıyoruz. Tabii bir de ayda yılda bir yurtdışına giden her fani gibi “eve ne alsak” ve “kime ne götürsek” soruları kafamızda canlanıyor, zira ayrılık saati yaklaştı. Hemen çok gezen dostlar ve İtalya’ya gidiş geliş yaptığı bilinenler eleniyor ve hediyesiz kaldığı takdirde gücenecek anneler, babalar, teyzeler hatra getiriliyor. Şimdi hediye seçme zamanı. Ucuz magnetler ve anahtarlıklar aradan çıkarılıyor, ancak konsept tişört bulmak, seçmek biraz zor, hangi resim olanı kime almalı, kaç para vermeli.

Bu soruların içinden geçerken tren saati yaklaşıyor ve aylar öncesinden aldığımız hızlı trenlerle Floransa’ya geçmek üzere Termini’ye gidiyoruz. Trenimizi bulmak zor olmuyor ve trenler gayet konforlu, gerçekten de hızlı. Başta “Masumların Katli” olmak üzere İncil’de yer alan temel öyküleri öğrenmeye karar veriyorum, zira bütün bu resim sanatı o zaman daha öğretici olabilir, Rönesans’tan az da olsa payını almış biri olduğumu düşünerek tren koltuğuna gömülmeye çalışıyorum. Trenler serin, uyumadan evvel üstünüze bir şeyler sermeyi unutmayın.

Musa Acar

musa.acar.yasiyor@gmail.com