Herkesin, her şeyin ortasında

anahtar

Bir gün, ofiste çalışırken, takıntılarım beni “çöpü atmalıyım, çöpü hemen atmalıyım” noktasına getirdi. Çöpü kapıya bırakamazdım; çünkü müşteriler geliyordu, çirkin olurdu. Akşama kadar da bu çöp burada birikemezdi; daha yapılacak çok görüşme vardı, bu da çirkin olurdu. Söz konusu banyo çöpü olduğu için, çöpü mutfağa da koyamazdım, orada da tutamazdım. Atmalıydım; hem de işten değildi, 10 tane merdiven basamağı inip, incelikle bir hareketle kapıyı açıp, gene incelikli bir tarzda çöpü, o pimapen yarım kapı gibi olan ilginç şeyin berisine atıverecektim. Hemencecik, usulca bu işi bitirmeye karar verdim.

Montumun cebinden anahtarımı alıverdim; aşağı inip soldaki bölmeye çöpü bırakıverdim. Üstüme montu almama gerek yoktu; aşağı yukarı 5 saniye falan soğuk alacaktım, kimseyi öldürmezdi. Apartman kapısının ardımdan kapanmasını ise önemsememiştim. Anahtarı takıp, kapıyı açmaya çalışırken ortaya çıkan bir anlık es ve benim güç uygulama zorunluluğumla beraber, yanlış anahtarı aldığımı fark ettim. Bildiğin kapıda kalmıştım. En iyi ihtimalle bir 35 dakika vardı iş arkadaşımın görüşmesini bitirip kapıyı açabilmesine.

Kimliğim ve param montumda kalmıştı. Çay ocağına gidemezdim, param yoktu, garip olurdu. Taksim’de avare avare gezemezdim, polis çevirebilirdi, kötü olurdu. Biraz önce oyun oynuyor olduğumdan, telefonumu cebime atıvermişim. Telefonla bizim ofisin anahtarının bulunduğu bir arkadaşı aradım. Taksim’de olabilirdi; bana da bir kıyak yapıp iki dakika geliverirdi. O zaman kurtulmuş olurdum, sokakta kalmaktan. Cevabı olumsuzdu.

Isınmak ve vakit geçirmek amacıyla Kabataş’a yürümeye karar verdim. Dönerken yokuş çıkacaktım ve bu beni mecburen ısıtacaktı. Kabataş’ta da biraz denize bakar, rahatlardım.

İnceden üşüyordum yokuş aşağı giderken. Küçük camiiyi gördüm. Birkaç apartmanın arasına sıkışıtırılıvermiş gibiydi. Sanki o apartmanda kalanların, memlekette yaşayan ama kışın en soğuk 1 ayında rahat etsinler diye davet edilen geleneksel babaları, ezan okunduktan sonra pencereden bakmayı bırakıp oraya namaz kılmaya iner gibiydi. Eğer hava çok soğuk değilse, bu babalar Beltur’un kapalı kısmına oturup bir çay söylüyor, denize bakarken memleketine döneceği tarihi düşünüyor, eve dönünce yapacaklarını planlıyor, çay bitince bir 5 dakika daha oturup, gerisin gere apartman dairesine dönüyor olabilirlerdi. Böylesi yaşlılar bir ay zor dururlar çocuklarının evlerinde, gelin veya damat, ne kadar içten olursa olsun, bir miktar yabancı hissederler kendilerini ve kendi evlerini çekip çevirmiyor olmanın verdiği o ince tekinsizlikle, içten ısrarlara rağmen, kalışlarını uzatmazlar. Bu yaşlıların bazıları, ufak tefek ev alışverişi yaparak katkıda bulunmayı tercih ederken kaldıkları apartman dairesine, bazıları bunun bile bir aşırı müdahale durumu olduğu hissiyle, torunlarına bir iki gofret almanın ötesine geçmez. Sabahları gazete almaya çıkan, kahvaltıdan sonra televizyona şöyle bir bakan, ikindi haberlerine kulak kabartan, namaz saatlerini kaçırmayan ve Cuma namazını bekleyen bu dedeler, birkaç politik yorumla, birkaç boş sözle bölünen bu akış gidişte, ince ince, hiç çaktırmadan, ölümü ve yalnızlığı düşünürler.

Berber Musa hiç böyle değildi oysa. Basitleşmiş; tam da bu vesileyle artık bir tarihin içinden geçtiği politik dili ve ideolojisiyle, sürekli birilerine küfür ediyor, iyi ve kötü taraflara yeni elemanlar ekliyor ve bir şeyler anlatıp duruyordu ve şimdi anlıyorum ki, “beni dinlesen bir tarih çıkar oğlum”, “biz çok şey gördük”, “siz bir şey bilmezsiniz, bir şeyden haberiniz yok” derken, diğer akranlarının düşündüğünü düşünüyordu.

Camii de kapılarını Berber Musa’ya açıyordu. Ayrıca Berber Musa, zorunlu haller dışında misafirliğe gitmez, gitti mi de kısa tutardı. Ölene kadar da böyle idare etti: Kışın en soğuğunda bile, sabah oğullarından birinin yaktığı sobaya ara ara harlattı, ciciannemle kavga etti; ama kışları doğalgaza hiç göçmedi. İyice yaşlanana kadar, kimi zaman yollarda dinlenerek, kimi zaman duvarlara tutunarak gidebileceği yerlere kadar gitmeyi tercih etti.

Teorik olarak camiinin kapıları bana da açıktı. Oraya girebilir, ayakkabılarımı çıkarabilir (acaba kokar mıydı çoraplarım), ısınabilir, beklemem gereken dakikaları, bacaklarımı altıma alıp düşünerek, halıları ve tavanı inceleyerek geçirebilirdim. Kimliğim yok, param yok, bir camide düşünüyorum, tefekkür ediyorum: Bir film sahnesi gibi. Böylesi bir durma anını yaşama şansı, kaç kere geçer ki bu hayatta ele?

Giremedim. Camiye girmeden evvel ayakkabımı çıkarmaya çalışan görüntüm geldi gözümün önüne. Garipti. Diğer müdavimlerin bakışını hissettim üzerimde. O garipliği kaldıracak bir havada değildim. Emlakçıya sohbet etmek bile geldiğinden iniyordum Kabataş’a. “İşler nasıl”, “Sağ olun, fena değil, sizin?” “İyi diyelim iyi olsun”. Şimdiyse, camiinin halılarının üstünde, sağımda solumda alakam olmayan ihtiyarların arasında, doğru pozisyonda oturmaya çalışarak, bacaklarımın ağrısını azaltmak için yeni pozisyonlar yapıp durarak, dakikaların geçişini bekleyişimi düşündüm. Çok garip olacaktı, geçen bayram karşılaştığınızdaki samimi davranışının gazına gelip eve dönmeden uğradığınız, ancak yanındayken konuşacak bir şey bulamayıp, garip sessizlikler içinde, ayrılmadan evvel uygun miktarda zamanının geçmesini beklediğiniz akraba gibi. Girmek istemedim.

Bunun yerine yoluma devam ettim. Camiyi geçtim, merdivenlerden indim. Fünikülerin alt geçidinden karşıya geçtim. Alt geçidin merdivenlerinden çıkınca ne yapacağımı bilemedim. Biraz sağa gittim, trafik akıyordu; davet eden bir yer yoktu. Ne kadar yürümem gerektiğini, nereye yürüyebileceğimi bilmiyordum. Biraz da sola gittim: Otobüs durakları. Kalan dakikaların, geri dönüş yolunda tükeneceğini umarak, döneyim bari, dedim. Umarım kapıda beklemem diyordum, arkadaşım telefonu duyar, kapıyı açar, kapıda beklemek kötü, kapıda beklemek saçma. O sokakta, o apartmanın içinde, anlamsız gibi durmak, bu da çok fena.

Bir fazlalık gibi kalıvermek, herkesin, her şeyin ortasında. İnsan kendini çıplak gibi hisseder. Camide de bu olacaktı. Ben döndüm, kartlarıma ve parama kavuştum. Evsizler ne yapacaktı? Kapıda kalanlar, nasıl hayatta kalacaktı?

Musa Acar