Gana Yazıları – 2: Akosombo’da Sıtma

Dışarıda sıcaklık 25° C olmasına rağmen kendimi çarşafa sarmalamışım. Tir tir titriyor ve üstüme giyecek uzun kollu bir şeyler arıyorum… Ama nafile. Türkiye’den yanımda öyle bir kıyafet getirmemişim ki! En son çare, sıcak tutacak en kapalı kıyafetim olan işçi tulumumu giyip tekrar yatağıma giriyorum. Bu sahne hâlâ gözümün önünden gitmiyor; kolay kolay da unutamam herhalde. Geçen hafta, Gana’nın cilvesi olan sıtmaya yakalandım ve yaklaşık beş günü yatakta geçirdim.

Tanesi üç, bilemediniz, dört liraya gelen, şu basit önlemle dünyanın hiçbir yerinde bu hastalıktan muzdarip olmanız gerekmez

Tanesi üç, bilemediniz, dört liraya gelen, şu basit önlemle dünyanın hiçbir yerinde bu hastalıktan muzdarip olmanız gerekmez

Aslına bakarsanız, benim kadar süzme bir salak olmadığınız sürece korkacak bir şey yok. Tanesi üç, bilemediniz, dört liraya gelen, basit sinek kovar önlemleriyle dünyanın hiçbir yerinde bu hastalıktan muzdarip olmanız gerekmez. Ama dediğim gibi, kendinizi doğayla aşık atacak kadar “güçlü” görüyorsanız, iyi şanslar! Biliniz ki Gana’nın hastanelerindeki doktorlar sıtma vakalarına çok alışkın!

“Sıtma” sözcüğü hayatıma ilk defa 2010 yılında Yemen’e yaptığım iş seyahatinden önce girdi. Az da olsa o ülkede de sıtma tehlikesi olduğu için başkent San’a’ya varmadan önce, İnternet üzerinde hastalık hakkında okumuş, henüz geliştirilmiş bir aşısının olmadığını öğrenmiş ve semptomlarıyla korunma yöntemleri hakkında bilgi edinmiştim. 2012 yılına geldiğimde, Gana’ya ilk defa seyahat etmeden önce, ülkenin kuzeyinde yer alan Tamale şehrinde çalışan dostum Burak’tan da hastalık hakkında bir şeyler dinlemiştim. Sanırım Burak daha şanslıydı çünkü o, iki kere sıtma geçirdiğinden bahsetmiş ve ufak ürpermelerle rahatça atlattığını söylemişti. Sıtmanın herkes üzerinde farklı etkileri olabileceğini o zaman bilmiyordum tabii ki. Son bir yıl içinde Gana’ya yaptığım seyahatlerde çok fazla sivrisineğe rastlamamam da umursamazlığıma tuz-biber oldu. Cehaletimden aldığım bu cesaretle ben, bir Ganalıdan daha fazla Ganalı oldum ve geceleri buralarda şort-terlik gezmeye devam ettim.

Gana’da iki mevsim vardır: yağmur mevsimi ve kuru mevsim. Gana’nın güneyinde bulunan ve benim de yaşadığım Akosombo, nisan ayından itibaren ekime kadar yağmur alır. İşte ben de ilk defa bu dönemde burada bulunduğumdan, sivrisineklerin yağmurlu havalarda kapalı alanlara hücum ettiğini bilmiyordum. Bir de Volta River Authority’nin bu sene Akosombo çevresinde maddi sıkıntılardan dolayı çok iyi ilaçlama yapmadığını geç ve acı bir şekilde öğrendim.

Chuck Norris bir havuza atladığı zaman, Chuck Norris ıslanmaz. Su Chuck Norris'lenir.

Chuck Norris bir havuza atladığı zaman, Chuck Norris ıslanmaz. Su Chuck Norris’lenir.

Temmuz ayı başındaki gelişimden itibaren, sivrisineklerin en çok çıktığı zaman olan geceleri gösterdiğim rahatlığa Ganalılar bile şaşırıyordu: “Charlie,[1] uzun kollu bir şeylerin yok mu? Sen hiç pantolon giymez misin? Sıtmadan korkmuyor musun?” Onlar söyleyince dikkat ettim… Yahu, hakikaten sivrisineklerin sayısı bayağı artmıştı. Ama gelin görün ki, benim hiçbir mantık çerçevesine uymayan, önüne geçilemez aptal cesaretim gözümü kör etmişti. O kadar ukalalaşmıştım ki, “Bana bir şey olmaz. Ben artık Ganalı oldum”, gibi cümleler kuruyor, hatta İnternet’teki Chuck Norris esprilerine özenerek, “Emre sıtma olmaz, sıtma Emre olur!” gibi şeyler saçmalıyordum… Ta ki bir-iki hafta içinde kendimi, bacaklarımdaki sayısız sivrisinek ısırığını hatır hatır kaşırken bulana dek.

Ki aslına bakarsanız, o anda da uyanmadım… Zaten uyanmam için daha bir şey çıkmamıştı ortaya. O kadar ısırığa rağmen hâlâ bana bir şey olmayacağını sanıyor, hatta arada bir işçilerimi sıtma şüphesiyle hastaneye, kan testi yapmaya götürdüğümde, kendime test yaptırma zahmetinde bile bulunmuyordum. Bu arada Ganalı şoförümüz, F., bile sıtma olup ilaç kullanmaya başlamıştı ama ne gam! Sıtma Emre olur ama Emre sıtma olmazdı!

Ve gündüz kendimi biraz halsiz hissettiğim bir günün akşamında, üzerimde o hepimizin bildiği, nezle ya da grip öncesi vücuttaki yanma hissi vardı. Pantolon ve uzun kollu kıyafetler giyerek kendini sivrisineklerden korumayı bilen mühendis arkadaşım Kemal’den ateşime bakmasını rica ettim. O da: “Abi, dışarıdan pek iyi gözükmüyorsun… Ben pek anlamam ateşten falan ama –” derken alnıma götürdüğü elini iyice bastırdı. “Oğlum, sen yanıyorsun lan!” dedi ciddiyetle.

Bir şeyler yedikten sonra, otelin ana binasının dışında, ayrı bir binada yer alan odama yürürken, Gana’da ilk defa ufak bir esinti karşısında üşümeye başladım. Kapımın önüne geldiğimdeyse artık zangır zangır titriyordum. Yatağa kendimi zor attım ve artık yarın hastaneye gitmem gerektiğine (sonunda) kesin kanaat getirdim. Belirtiler açık, teşhisimse çok kolaydı: Evet, sıtma olmuştum.

Sabah kalktığımda halsizliğim oldukça artmış, başım, sırtım ve belime ağrılar saplanmıştı (sıtmanın açık belirtileri) ama daha kötü günlerin beni beklediğinden habersizdim. Adeta vücudumu arabaya taşıyarak hastanenin yolunu tuttum.

Volta River Authority hastanesi koridoruGününe göre bu kapılar önünde saatlerce bekleyebiliyorsunuz

Volta River Authority hastanesi koridoru: Gününe göre bu kapılar önünde saatlerce bekleyebiliyorsunuz

Devlete ait olan, Akosombo’daki Volta River Authority hastanesi kendisinden beklemeyeceğiniz şekilde iyi bir hastane… En azından doktorların güler yüzlülüğü, yardımseverliği ve samimiyetleri açısından. (Yoksa fiziksel olarak Türkiye’deki herhangi bir sağlık ocağından pek bir farkı yok.) Hastaneye vardığımda, gündüz güneşinin altında titrediğimi gören hemşireler iki adet Paracetemol yutturdu hemen. Beş dakika sonra, Paracetemol’un etkisiyle şıpır şıpır terliyor ve kan-idrar testi için laboratuvarın kapısında bekliyordum.

Sağım ve solumda yatan Ganalılara bir göz gezdirdim: Normal bir zamanda, çoğunun yaşadığı sefalete bakıp onlar için iç geçirecekken, şu anda onlar benim halimi yarı hayret, yarı endişeyle izliyorlardı. Sonuçta, Akosombo’da zaten az gördükleri bu beyaz adam bir de sıtma olmuştu.

Laboratuvardaki işlemlerim ve test sonuçlarımı almam birkaç saati bulunca ve sıramı kaybetmemek için öğle yemeği de yemeyince, öğleden sonra saat üç sularında Doktor A.’nın kapısında hâlâ sıra bekliyorken, düşmüş kan şekerim ve gelen sıtma nöbetiyle çamaşır makinesi gibi titremeye başlamıştım. Halimi gören, sıradaki Ganalı bir kadın, bir hemşireyi çağırıp bana öncelik verilmesini rica etti. Kendisine, “Meda wo ase,”[2] diyerek doktorun odasına girdim.

İçeri girdiğimde doktor bir yandan bir hemşireye bir şey anlatıyor, bir yandan da başka bir hasta için reçete yazıyordu. Sabahtan beri klimayla serinleyen oda, benim o anki halim için bir mezbahadan farksızdı. “Doktor A., çok üşüyorum. Eğer işiniz daha uzunsa, dışarıda bekleyeyim lütfen,” dedim. Benim o halimi görünce, doktor hemşireleri azarladı: “Size kaç kere söyleyeceğim? Yabancı hastalara her zaman öncelik vermeniz, onları bekletmemeniz gerekir,” dedi. “Bizim havamıza, suyumuza, bakterilerimize alışkın olamazlar. Onlar bizim kadar güçlü değillerdir.” Son cümlesi benim için oldukça manidardı.

Laboratuar sonuçlarımı elimden alarak inceledi: “Emre, kan değerlerin ve idrarın tertemiz. Kanında gözüken bir sıtma mikrobu yok. Ama bu sıtma olmadığın anlamına gelmez. Karaciğerinde olması muhtemel. Şimdi sana iki adet iğne yapacağız ve görürsün, yarın benle karşılıklı bira içecek kadar iyi olacaksın.”

Şimdi… Sıtmayla ilgili en son okumamı 2010 yılında Yemen’e gitmeden önce yaptığım için hastalığın vücutta nerede ve nasıl oluştuğunu topyekûn unutmuştum. Sıtma mikrobu vücuda karaciğerden yayılır. Yani aslına bakarsanız, benim kanımda gözükmüyor olması, daha karaciğerin dışına çıkmadığını ve kanıma karışmadığını gösterir. Yani oldukça erken bir teşhiste bulunmuş oluyoruz. Ama ben, “Seinfeld” dizisindeki George Costanza karakterinin kanser testi sonucunun “negatif” olduğunu öğrenip kanser olduğunu sandığı bölümdeki gibi, durumun çok daha kötü olduğunu düşündüm. Kendime daha da acıdım, sırtımı biraz daha büktüm. O anda yaşadığım nöbet ve sabahtan beri beklemenin verdiği yorgunlukla sadece yatağıma uzanma isteği ve ihtiyacı içindeydim. O yüzden doktorla ayrıntılı konuşamadan, beni odasına çağıran hemşireyi takip ettim ve kalçama iki iğne yedim. O acıyı da asla unutamam: Sıtmanın yarattığı her ürpertide bütün vücudumla birlikte kalçalarım da titriyor, iğne olduğum yerlerin sancısı gözümden yaş getiriyordu.

Önüne geçilmez sıtma nöbetleri

İlacı kullanmaya başladığım ilk gece ağrılarımın şiddeti dayanılmaz bir hale gelmiş, yataktan dışarı kımıldayamaz olmuştum. Kafamı en ufak kaldırışım bile başımın içinde şiddetli bir acı yaratıyor, yataktan çıktığıma pişman oluyordum. Doktorun ve etrafımdakilerin uyarısı üzerine sürekli su içiyor, yaklaşık 45 dakikada bir tuvalete çıkıyordum. Sürekli terlemem de cabası: Her tuvalete kalkışımda tişörtümü değiştirmek zorunda olacak kadar terlemiş oluyordum. Sabahleyin kirli çamaşır torbamın içinde sekiz tane tişört saydım.

İlacın ikinci günü, bir önceki günümü aratıyordu. Otele kahvaltı için gittiğimde, bırakın yüzümün gülmesini, kimseye ağzımı açıp selam verecek halim yoktu. Otelin çalışanı olan Ganalılar bütün sıcakkanlılık ve misafirperverlikleriyle yanıma uğruyor, “geçmiş olsun” diyor ve bol bol su içip, ilaçları da mutlaka yemek yiyerek almamı tembihliyorlardı. Heyhat, iştahımın yerini mide bulantıları almış, yemek yemek bile başlı başına bir işkenceye dönüşmüştü.

Neşeli Günlere çok ağladım

“Neşeli Günler”e çok ağladım

Bir şey okuyacak kadar odaklanamıyor, daha önceden izlemediğim bir filmi izleyecek kadar dikkatimi ayakta tutamıyordum. O yüzden yanımdaki harici belleğin film arşivinde bulunan bir-iki eski filmi yatağımda yatar pozisyonda izlemeye çalışıyordum. İnanır mısınız, bunlardan birisi “Neşeli Günler”di. Hani Münir Özkul’la Adile Naşit’in turşucu olduğu, küçüklüğümüzden beri beş bin kere izlediğimiz film… Sıtma o kadar garip bir hastalık ki, bütün bağışıklık sisteminizle beraber ruh halinizi de dibe çekiyor… Bu çocuksu filmi izlerken, kardeşlerin birbirleriyle ve anne ve babalarıyla kavuşma sahnelerinde (en az dört kere) gözyaşlarımı tutamadım.

İlacın ikinci gününün gecesinde ise o ana kadarki en yoğun nöbetimi yaşadım. Gece uykumdan titreyerek uyandım ve her zaman yaptığım gibi iki adet Paracetemol alarak üşümemin geçmesini bekledim… Nafile. Bu seferki öncekilerin hiçbirine benzemiyordu. Güç bela telefonun ahizesini kaldırıp, gece resepsiyon nöbeti olduğunu bildiğim G.’den bir battaniye, pike ya da kalın kumaşlı herhangi bir şey getirmesini rica ettim. O anda otelin lobisindeki halıyı yollasa, sarıp sarmalayacaktım kendimi. Ne yazık ki o anda hiçbir görevli orada değilmiş ve pike getirmesi de imkansızmış. İşte bunun üzerine, kıyafet dolabıma gidip, işçi tulumumu giymek zorunda kalmıştım.

Sıtmanın vücut üzerinde çok enteresan etkileri var… Herkes onu sadece üşüme ve terleme belirtileriyle tanırken, bilin ki bu zalim hastalık sizin psikolojinizden tutun, vücudunuzun bütün uzuvlarını etkiliyor. Bahsetmem gereken bir özelliği de ağızdaki tat. Hastalık boyunca süren bu kendine has tat hastalıktan mı yoksa sıtmanın ilacından mı kaynaklanıyor bilmiyorum. Ama bu başka hiçbir şeye benzetemeyeceğim kekremsi tat, ilacın bitimine kadar ağzımdan gitmedi. Dimağım, ilacı kullandığım bu süre boyunca terimi, ağzımdaki o tadı, sırt-baş-bel ağrılarımı ve sürekli tuvalete çıkma imgelerimi birleştirdi. Bunun tezahürü de ilaç bittikten sonra bile birkaç gün boyunca ne zaman odama girsem, o nöbet geçirdiğim gecelerin aklıma gelmesi ve ufak ufak yeniden terlemeye başlamamdı. Ayrıca ne zaman o ilacın/hastalığın tadı ağzıma gelse yeniden nöbetler başlayacak tedirginliği yaşadım.

I Will Always Love You

“I Will Always Love You”

Bütün bunların üzerine, sıtmanın bir de işitme duyumla ilişkilenmesi oldu. Şöyle ki, Ganalıların bir türlü anlam veremediğim, hastalık derecesinde bir Céline Dion sevgisi var. Birçok Ganalının telefon çalma melodisinde Dion’un (1996 yılına ait) “It’s All Coming Back To Me” ve (1997 yılına ait) “My Heart Will Go On” parçalarını duymuşluğum, gittiğim lokantalarda ve bindiğim taksilerin kaset çalarlarında “Let’s Talk About Love” (1997) albümünü baştan sona dinlemişliğim var. Bu kadar zamandır buradayım, Ganalıların bu Céline Dion sevgisi benim için Gana’nın en büyük gizemlerinden biri hâlâ. Dion’un yanında, siyahi olmasından dolayı biraz daha anlam verebildiğim bir Whitney Houston fanatikliği de var. Houston’ın söylediği şarkıları da Gana televizyonundaki yetenek yarışmalarından tutun, garsonların kendi kendine mırıldanmalarına kadar birçok yerde duyabiliyorsunuz. Ama kaldığımız otelin “I Will Always You” saplantısı dayanılmaz boyutta. Sıtma olduğum günlerde, zihnim, lobide yemeğimi beklerken her gün yaklaşık aynı saatlerde çalan “I Will Always Love You”yu sıtmamın belirtileriyle eşleştirdi sanırım. Hele hele nöbetlerden uyuyamadığım bir gecenin sabahında, yan odadan gelen “I Will Always Love You” nakaratıyla aklımı yitirme noktasına gelmiştim. “A Clocwork Orange”daki Alex gibiydim.

Dört gün süren ilaç tedavisinin sonunda bütün Ganalılar sırtımı sıvazlayıp bana gülümsüyorlardı: “Sıtmayı atlattın, işte şimdi tam bir Ganalı oldun.” Onlara göre, adeta bir kabul töreninden geçmiştim.

Şu anda ben ise doğayla bir daha aşık atmaya çalışmayacağıma yemin ediyor, kendisini az da olsa zeki bulan bir insan olarak, “Asla sıtma olmayacağımı neye dayanarak düşünüyordum ki ben?” diye kendime kızmadan duramıyorum. Artık sıtmadan öyle korkuyorum ki, dün son kontrolüm için hastaneye gittiğimde, kapının önünde, güneşin altında battaniyeyle otururken titreyen bir Ganalı çocuğu görünce yine ürperdim ve o lanet olası tadı dilimin ucunda hissettim. “I Will Always Love You”yu bile duydum eser miktarda.

Bu son paragrafı kendim için yazıyorum. Kalın kafam alsın diye, bütün bu yaşadıklarımı bir daha yaşamayayım ve doğayla anlamsız bir şekilde aşık atmaya çalışmayayım diye, kendime sürekli aşağıdaki ifadeyi hatırlatmam lazım. Ehemmiyetine vurgu yapmak için büyük-küçük harflerle ve puntolarla oynadım. Siz siz olun, benden de ders alın:

Doga - Emre Karacaoglu


[1] Ganalıların kullandığı samimi seslenme şekli. Günlük Türkçemizde kullandığımız “Coni” ya “Corç” gibi bir ifade.

[2] Yerel Akan dilinde “teşekkürler”

[3] Yaklaşık olarak 2 lira

Emre Karacaoğlu

https://www.facebook.com/emrekaracaoglu