Dert çekimsiz ortam

Make the World Go Away2

İtiraf etmek gerekirse yurt dışını epey bir sonradan görmeyim. Hatta -yurt dışım geldi-ci tayfaya karşı savunulan; “Daha Peri Bacası gezmeden Red Light Street’te cafe biliyor artistler” akımının öncülerinden sayılabilirim. Ancak Mars’taki hayatımın henüz ilk günlerinde  gerçekten düşünmeye çok zamanım oldu. Tek kelimesini anlamak için harcadığım çabayı, o dudak tiryakisi gibi elde kumandayla yapılan zap alışkanlığını, filmlerin sevişme sahnelerinde “acaba ne kadarında kesecekler?” meraklarını saymazsak, televizyon da dikkatimi dağıtıp, vaktimden çalamadı. Arada uzanıp baktığım telefonda, bir kaç kişi dışında kimse beni hatırlamadı, o bir kaç kişiyi de ben hatırlayamadım…

Bilmediğin bir sokakta yürümenin, kimseye benzemeyen, görmediğin yüzler görmenin ve, karşındaki insanlara gülümseyebilmenin,  tadına bakmak çok hoş. Tazecik anılarla geliyor, güzel kafaların içindeki, yepyeni sayfalara hikayeni baştan yazıyorsun. Gereken kısımları düzeltip, gereken yerlerde hüzünlendirip, gereken yerde güldürüp daha önce tanımayan insanlara dilinden geldiğince seni anlatıyorsun. Harcama telaşına girmediğin için çalışma paniğinde de olmuyorsun.. Ne iş olsa yaparımcı, pozisyona, paraya bakmazcı bir ruh halinde, başlıyorsun bir yerlerden. Zaten kurnaz türksün oğlum sen, ilk fırsatta açar bir yöresel lezzet restoranı, yolunu bulursun.

Ne spor, ne siyaset, ne hızla değişen gündem… Hay seçimi, lobisi, tapesi batsın. Doğulup büyünülen şehirlerde bile birbirini öldürmek isteyen tipler. Ne yan dairede oturuna güveniyosun, ne arkanda durana… Sıkışan trafikte aynı bıkmış suratları, camdan aynı binaları, durakları, tabelaları görmekten bıkmışsın. Bu yeni yerde baktığın kare fotoğraflık hal alıyor, en sıkışık yolculuklar, en ilkel manzaralar bir açık hava müzesi atmosferi katıyor.  Bıktık mı birbirimizden ne bok yedik? Halaycı bir yayın anlayışını benimsemiş Flaş TV ve izleyicilerini tenzih ederek söylüyorum, herkes bir şekilde ötekinden nefret etmeye meğilli. Herkesin herkeste uyuz olduğu bir özellik var ve tabi herkesin herkesle ilgili bilgi toplama merakı da… Zaten hamurumuzda olup nesilden nesile gelen, sanki bizim dışımızda hiçbir toplumda bu kadar yıpratıcı, bu kadar zarar verici etki yaratmayan dedikodu ve entirika mirası, teknolojiyle de desteklenince “zeki müren de bizi görüyormuş” noktasına kadar vardı. Aynı masada oturduğun insanların senden bahsediyor olma ihtimallerinin bile rahatsızlık vermediği, kimsenin geçmişte yapacakların ya da gelecekte yapamayacaklarınla tam olarak ilgilenmediği yerde hissediyorsun soluk alabildiğini.

Ve tabi bir de hikayenin asıl kahramanı var. Ona da defalarca “dön” dersin dönmez… Uğraş, didin yok. Bana mısın demez… Zaman geçer, unutmuşsun gibi gelir. Sonra birgün birgün bir çocuk bakar konuşan kimse yok, konu açar. Öyle pata küte, ulu orta, bastığı yere hiç bakmadan, aradan adı geçer, boğazımda seferler durur, trafik düğüm olur. İçini kaplayan panikle, açacağın konuyu bilemezsin. Gecesinde bir mesaj daha atarsın, hala onu düşündüğünü bilsin istersin. “olmadı denedim. Aylardır ne içmeden yatabildim, ne yerimde uyandım. Gülüşün, sesin, soluğun, elime tutunuşun, eline tutuluşum o kadar yanımda ki, bindiğim dolmuşlara tek kişi parası vermeye utanıyorum..metrobüste hayalini kucağımda taşıyorum.”

Seni yolundan döndürecek tek neden, seni yolundan döndüren tek bir neden yaratmadı mı? İşte o zaman geçersin pasaporttan. Artık ne geçmişin prangası vardır bileğinde, ne başka insanların kararlarıyla yıkılıp, yeniden yapmaya çabaladığın gelecek planları zihninde, hepi topu yanında getirdiklerin kadarsın.  Ve öylece boşluğa bırakıp kendini dertçekimsiz ortamın tadına bakarsın.

 Özgür Keskin