by
on
under
tagged
Permalink

Bunun adı internet bebeğim

google-internet-cafe

İfade özgürlüğüne çok ihtiyacımız var; ama düşünmeye de hiç niyetimiz yok. Bunca yıl internet kullandıktan sonra elimde kalan bu, bilmiyorum bununla da ne yapılır. 140 karakterlik beyanlar ve durum güncellemeleri, fotoğraflarımız ve zevklerimizle kendimizi yaratma arzumuz, ortaya çıkan sonuçsa korkunç. Sıkıcı, birbirini tekrar eden resimler ve haller. Bunun adı internet bebeğim.

İnternet, akademisyen, sanatçı, yazar, düşünür ve politikacı gibi, fikir üretme ve yayma işine kendini vakfetmiş kişilerden aldı kendini ifade etme imkanını ve herkese dağıttı. Buna demokrasi dedik, özgürlük dedik, şüphesiz öyle bir yanı da var. Öte yandan bugün elimizdeki sonucun öte tarafında ne var: Rakı sofralarıyla dolu profil sayfaları, hepsi bir formüle dayanan, aynı damardan şakaları ve provokasyonları uzatıp duran twitter fenomenleri. Temel formül de şu gibi duruyor: Kafa yapacak birilerini bul, kendine suç ortakları edin ve yallah tazyik! Arada bir güzel şeyler beliriyor olsa da, nihayetinde bir tür bebek formu edindik. Ya aynı şeyi tekrar tekrar yemek istiyoruz; ya da sürekli yeni bir şey talep eden şımarığın tekiyiz.

Derken hayatımıza Gezi girdi ve bütün bunları yeni bir biçimde kullanmaya başladık. Mobese’lerin kararttığı gerçekleri kaydetmek için, gazlanmış sokakları duyurmak için, evlerimizde eylemcileri misafir etmek için. Gözaltına alınanlar kaybolmasın diye isimlerini yazdık: Bu aslında yeni Metin Göktepe’ler, Festus Okey’ler, Ali İsmail Korkmaz’lar olmasın diyeydi. Bütün bunlarla beraber ölülüğün alanlarına yeniden ruh üfledik. Yüce devletimiz sayesinde, polis şiddetinin ne eski bir gelenek olduğunu hatırladık, belki bir ihtimal Kürt Halkı’nı düşündük. Devletin, kucaklayan ve koruyan bir Mahmut Hoca’dan çok, evlatlarını yiyen bir Kronos olduğunu öğrendik. Onlar vurdukça, biz tekrarın yeni rahmi olan facebook ve twitter’larımızı yeniden yarattık.

İfade özgürlüğüne, birilerinin bizi dinlemesine, sesi çıkan bir varlık olduğumuza inanmaya çok ihtiyacımız varmış. Hele de birilerinin her şeyin, bütün hayallerin, bütün renklerin, bütün sokakların ve bütün hayatların birbirine benzemesi için daha çok uğraştığı bugünlerde sesimiz çıkarmaya ve duyurmaya daha da çok ihtiyacımız var. Ancak “he he” denilen huysuz komşuya, pışpışlanan uyuz enişte, cıvık yeğene dönüşmemek için durup düşünmeyi de öğrenmemiz gerekiyor. Bu da ancak ötekiyi dinlemekle, duymakla mümkün gibi görünüyor; bir değişim başka nasıl gelebilir ki? Facebook ve twitter da sağ olsun bunu soruyor bizlere: Kendimizi anlatma ihtiyacımız bu kadar yoğunken ötekini duymaya mecalimiz var mı?

Hadi hadi, zorlamayın kendinizi, değiştirin sayfayı. Zaten sayfadaki görsel de çoktan baymıştır.

Musa Acar